İrem Er
Jean Paul Sartre’ın 1944 yılında ilk kez sahnelenen “Gizli Oturum” adlı oyunu; içinde barındırdığı varoluşçu felsefesine kendisini tam anlamıyla hapsettiği bir arayışın mücadelesini sunmaktadır. Her ne kadar varlık arayışının bir tiyatro oyununda hayat bulması, pekiştirilmesi ve seyircide karşılık bulması kolay olmayacak gibi düşünülse de, Sartre’ın seçtiği karakterler ve aralarında geçen diyaloglar son derece sürükleyici bir düşünsel dünya izleniminin yanı sıra etkileyici bir görsel dünyayı da gözler önüne sermektedir.
Kişinin deneyimini ve bu deneyimin tekilliğini ve biricikliğini insan doğasını idrak edebilmenin temeli olarak gören varoluşçu felsefi akımın ateist kesiminden olan Sartre, varlık görüşünü iki kategoriye ayırır ve bunları kendi başına varlık ile kendisi için varlık olarak tanımlar. Yazarın bu tanımlamada dikkat çekmek istediği nokta; kendi başına varlığın, kendisi için varlıktan önce gelmesi noktasıdır. Bu nokta bir bakıma varoluşçuluğun genel prensibi olan; “Varlık, özden önce gelir.” ifadesinin doğrulayıcısı konumundadır. Sartre için varlığın sorgulanmasında büyük rolü olan Tanrı; açıklanması, izah edilmesi neredeyse imkânsız olan bir roldür. Bu yüzdendir ki, yazara göre “kendi başına
varlık” kavramı da bir izahı ve nedeni olmadığından saçma olarak algılanır. Bu kavramla nesneleri kasteden yazara göre; insan dışındaki her şeyin tanımlanmış bir hali mevcuttur. Fakat insanın tanımlanamayan, belirsizlik içindeki mevcudiyetinin sebebi özgür bir varlık oluşundan ileri gelmektedir.
Sartre’ın üstünde önemle durduğu; insanın özgür olmaya mahkûm olduğu ve özgürlüğün insanın doğası olduğu gerçeği eserlerinde de belirgin şekilde görülmektedir. Buna bağlı olarak bireyin kişisel özgürlüğüne de bağlı olması gerektiğini savunur. . Yazar Tanrı’nın varlığını kabul etmediğinden insanı şu şekilde tanımlar; insan, Tanrı tarafından belirlenen bir özden yoksun olduğu için kendi özünü kendisi yaratmak durumundadır. İnsanın kendi kendine yapabileceği bu yaratmak durumunun bir sonucu olarak da tam anlamıyla bir özgürlüğe sahip olması ve beraberinde sergileyeceği davranışların sonuçlarından da yalnızca kendisinin sorumlu olduğunun bilincinde olması gereklidir. Bir bakıma insana ait olan bu sorumluluk bilinci; özgürlüğünün karşılığı olarak ona yüklediği bir durumdur. Bu bağlamda önemli olan bir konu daha vardır ki; determinizm, kadercilik kavramları Sartre’a göre özg
ür olan kişide mevcut olamaz.
Yazarın Ines, Estelle ve Garcin adlarında başlıca üç karakter etrafında geçen Gizli Oturum adlı bu oyunu, yan karakter olarak bir de kat garsonu barındırmaktadır ve toplamda beş sahneden oluşmaktadır. Oyunun tüm aksiyonlarına ev sahipliği yapan mekan olarak sunulan salon bir cehennem tasvirinden ibarettir. Karakterlerin arasında gelişen eylemlerin ve diyalogların tamamı bu salonda ve yalnızca onların arasında geçmekte olup, barındırdığı birçok alt metni de izleyicilerine sürekli olarak iletmektedir. Bu mekan dışına çıkmayan, daha doğrusu çıkamayan karakterler oyun süresince kendi ölüm süreçlerinin sonunu yani cellatlarını beklemektedirler.
Bizi karşılayan ilk sahnede Garcin ve kat garsonu arasında geçen konuşmalara tanık oluruz. Bu konuşmalar genel hatlarıyla incelendiğinde Garcin’in bir tür kendini arayış ve iç hesaplaşma halinde olduğu görü
lmektedir. Garcin’in; “Kazıklar, ızgaralar ve işkence hunileri…” şeklindeki ifadesiyle bulundukları mekanın cehennem odası şeklindeki tasvirine gönderide bulunduğu görülmektedir. Hemen ardından yine kat garsonuyla arasında geçen konuşmalarda; bireyin yalnızlığı ve benliğine olan sonsuz mahkumiyetine dikkat çekerek, bireyin bu kendilik döngüsü içerisindeki hapis hayatına da tanıklık ettiğinin farkına varmamızı istemektedir.
Garcin: Gözkapaklarımızdan. Biz, gözkapaklarımızı açıp kapardık. Buna göz kırpmak denirdi. Küçük siyah bir ışık, inip kalkan bir perde: Kesinti gerçekleşmiştir. Göz nemlenir, dünya hiçleşir. Siz bunun ne denli rahatlatıcı bir şey olduğunu bilemezsiniz. Bir saat içinde dört b
in dinlenme. Dört bin küçük kaçış. Ve dört bin diyorsam da… O halde, demek ki gözkapaksız yaşayacağım. Anlamaz gibi durmayın öyle. Gözkapaksız olmak, uykusuzluk, ikisi aynı şeydir. Artık hiç uyumayacağım. İyi ama kendime nasıl katlanacağım? Anlamaya çalışın, çaba gösterin. Sıkıntılı biriyim, anlıyor musunuz, ve ben… benim… kendime sıkıntı yaratmak adetimdir. Ama ben şimdi… durup dinlenmeden kendime sıkıntı veremem ki. Orada, geceler vardı. Uyurdum. Deliksiz bir uykum vardı. Telafi etsin diye. Basit düşler kurardım kendime. Bir çayır görürdüm. Sadece bir çayır, o kadar. Çayırda gezinmem düşüme girerdi. Gündüz mü daha?
Garcin’in kurduğu cümlelerinin her biri kendi içerisinde ve tek başına incelendiğinde oldukça minimal olsalar da, anlam olarak felsefi boyutları açısından oldukça kendini aşan düşünceler doğurmaktadır.
Söz konusu olan bu alıntıda Garcin adlı karakterin kendi dünyasını yansıtmak için seçtiği sözcüklerin aslında içinde bulunduğu buhranı ve iç sıkıntısını ne denli bir ayna göreviyle yansıttığı görülmektedir. Sartre’ın varoluşçuluk felsefesi neticesinde de bilindiği üzere; insan özü gereğince uyumsuz bir varlıktır ve tüm hayatı boyunca da bu uyumsuzluğunun bir dönütü olarak görülecek olan sıkıntıyla yaşar. Bu sıkıntı tam anlamıyla Sartre’ın; insana dair ontolojik deneme sürecini ve varoluşsal ileti sürecini yansıttığı sıkıntının karşılığıdır. Aslında insanın bir birey olarak varlık durumunu bir sebep bağlamında temellendiremeyişi ve açıklayamaması halidir bu sıkıntıyı; daha doğrusu bulantıyı yaratan. İşte Sartre’ın sorumluluk kavramını varoluşçuluk kavramıyla bağdaştırması ve açıklaması da tam olarak bu bulantıyı engellemenin yoludur. Ona göre bireyin varoluşunun farkına varmasıyla her an yaşadığı sıkıntı ve bulantı hali, ancak ve ancak yaptığı ve yapacaığı seçimleriyle düze çıkabilir. Fakat Sartre, bu seçimlerin dönütlerinin her zaman sağlıklı sonuçlar vereceği gibi bir vaatte bulunmamaktadır. Buna ek olarak durmaksızın konuşmaya çabalaması ve konuşmayı asla kesmemesinin sebebi ise; konuşma eyleminin onların varlıklarını kanıtlayan tek kanıt olmasıdır. Öyle ki susmaları demek, bir bakıma ölüm kararlarını imzalamaları demektir. Sözcüklerin akıcılığı ve devamlılığı sağlandığı sürece hayatına devam ettiği düşüncesini de benimseyen Garcin ve diğer karakterler, bu eylemi oyunun geneline yayarak adeta oluşun tek sağlayıcısı olarak görmektedir. Aynı zamanda Garcin, ilk sahne boyunca mevcut dekorun ana ögelerinden biri olan tunç heykelin varlığına belirli aralıklarla dikkat çekmektedir. Bu durumun başlıca sebebi; tunç heykelin İsa’ya ve dolaylı yoldan da ölüme gönderide bulunmasıdır. Heykeli fırlatma ve kırma isteği üzerine kat garsonuyla arasında geçen konuşmada, garsonun heykelin ağırlığını belirtmesi de ölüm olgusunun ağırlığına bir gönderide bulunmak amacıyladır. Evet, ölüm yanıbaşlarındadır ve günden güne onlara daha çok yaklaşmaktadır. Gerçeğin bu mermer kadar soğuk yüzüyle karşılaştıklarını alt metin olarak dekor ögeleri üzerinden vererek, izleyicide bir iç hesaplaşma durumu yaratmak isteyen Sartre’ın bir diğer amacı da tüm bu mesajlar aracılığıyla özgürlük konusuna da dikkat çekmeye çalışmaktadır. İnsanın doğum ve ölümü arasındaki sahip olduğu süreçte özgürlük kavramının ne denli önemli olduğunu da vurgulamaktadır.
Oyunun ikinci sahnesine gelindiğinde, Garcin’in yalnızlığıyla başbaşa olduğu ilk göze çarpan durumdur. Bu sahnede dikkat edilmesi gereken esas konu; yalnızlık kavramının Garcin’e eşlik eden bir yan karakter şeklinde verilmiş olmasıdır. Cehennemi andıran ve her bir ayrıntısı ürperti veren, ölümü çağrıştıran bu salonda yapayalnız olan Garcin; ölümün kendisine yaklaştığını adeta iliklerine kadar hissettiğinden kapı yumruklama, zili çalmaya çalışma, oturduğu yerden kalkıp tekrar oturma vb. otomatik eylemlerle varlığını kanıtlama çabasını sürdürür. Garcin’in garsona iki kez seslenmesi ve bir yanıt alamaması dışında bir repliği barındırmayan bu sahne, Ines adlı başlıca karakterlerden bir diğerinin salona giriş yapmasıyla son bulmaktadır.
Üçüncü sahnede bizleri Garcin, Ines ve garson arasındaki, gerçek cellat ya da cellatların kim olduğuna dair geçen bir tür hesaplaşma bölümü karşılar. Bu hesaplaşma bölümünün hemen ardından umutsuzluğa dair saptamalarının olduğu bölümle sahne son bulur. Ines’in umut duygusunun olmadığı bir yerde korku duygusunun da bir yaptırım gücü bulunmadığına dikkat çekmesi düşünsel açıdan dikkat edilmesi gereken önemli bir noktadır. Öyle ki umutsuzluk duygusunun bir diğer ve en önemli kaynağı da ölüm gerçeğidir. Ağzın topaç gibi dönmesi durumunun sonlanmasına yönelik Garcin’i uyaran Ines’in bu çıkışı; iletişimsizlik sorununa referans niteliğindedir. Günümüz toplumunda minimal boyutlardaki iletişim moda haline gelmiş ve benimsenmiştir. Bu durumun önceleyicisi konumunda olan teknolojik gelişmeler diyalogların öngörülemez şekilde kısalmasına ve insanlar arasındaki iletişimsizlik sorununun giderek artmasına sebep olmuştur. Sonuç olarak giderek yalnızlaşan ve kendi iç dünyasına kapanan insan; geleneklerinden kopmuş, giderek huzursuzluk, mutsuzluk duygu durumlarının esiri haline gelmiştir.
Estelle’in de katıldığı sahne olan dördüncü sahneye gelindiğinde; Garcin ve Ines ile birlikte yeniden celladın kim ya da kimler olduğuna dair bir sohbete giriş yaptıkları görülmektedir. Bu sohbet dahilinde içinde bulundukları salondaki eşyaların renkleriyle ve yıpranmışlıklarıyla ilgili yorumlar yapmaktadırlar. Sahne boyunca dikkat çeken bir diğer unsur ise; birbirinden bağımsız konu başlıkları bile olsa, konuşmaya ara vermeden devam etmeleridir. Bu bağlamda dikkat çekmek istedikleri yegane konu yine ve yeniden varlıklarını kanıtlayan tek şeyin kurdukları iletişim olmasıdır. Ayrıca iletişimlerine ortak ettikleri önemli bir diğer unsur vardır ki; o da salonun duvarlarıdır. Öyle ki birbirleri arasında konuştukları tüm konuların en büyük tanığı ve aynı zamanda da ortağı bu içinde bulundukları salonun duvarlarıdır. Bu sahne, Garcin, Ines ve Estelle’in yan karakter olarak yer alan garsona ihtiyacı olmadıklarını ve yanlarından gitmesini istediklerini dile getirmeleriyle sona ermektedir.
Garcin: Tunç heykel… (Onu okşar.) İşte zamanı geldi. Heykel karşımda, onu seyrediyor ve cehennemde olduğumu anlıyorum. Her şey önceden tasarlanmıştı diyorum size. Benim, tüm bu bakışlar üzerimdeyken elimi şu heykele bastırarak, şu şöminenin karşısında duracağımı önceden tasarlamışlardı. Beni yiyen tüm bu bakışların altında. (Birden geri döner.) Hah! Yalnızca iki kişi misiniz? Ben sizleri daha çok sanıyordum. (Güler.) Demek cehennem bu. Buna asla inanmazdım. Hatırlarsınız: Kükürt, odun yığını, ızgara… Ah! Ne gülünç. Izgaraya gerek yok ki: Cehennem Başkalarıdır.
Beşinci sahne olan son sahnede bizleri başlıca üç karakter bir arada ve son hesaplaşma sürecinde karşılamaktadırlar. Üçü de aslında birbirlerinin celladı niteliğinde olduklarının ve cehennemde barındıklarının farkına varmışlardır. Ölümün soğuk rüzgarının giderek yaklaştığını ve onları bu dönüşü olmayan sona yaklaştıran esas şeyin de kendileri olduğunun artık açıkça bilincindedirler. Aralarında durmaksızın devam eden iletişimin aslında bir türden iletişimsizlik olduğunu ve bu iletişimsizliğin de yine aralarında bir tür yabancılaşmayı ortaya çıkardığı görülmektedir. Bu son sahnede açıkça görülen en önemli konulardan bir diğeri de; bir ölü olduklarının bile farkına varamayıp, birbirlerini yeniden öldürmeye çalışmaları ve gerçek cehennemin aslında birbirlerinden ibaret olduğunu anladıkları anlardır. Sartre’ın bu oyununun temelini kurduğu “Cehennem Başkalarıdır” felsefesiyle birlikte; bilişler arası diyaloğun özünün çatışma olduğu gerçeği de son sahnede kendisini göstermektedir. Fenomenolojiyle ilgili çalışmalarının da bir sonucu olarak özellikle oyunun son sahnesinde; insanın seçimlerinin sonucunda kendisini meydana getirdiğini ve özünü eylemleriyle kendisinin yarattığını dile getirmektedir.
Bir diğer açıdan bakıldığında; insanın Tanrı karşısında yapayalnız olduğunu, bu yalnızlığın onu endişelendirdiğini ve bu yalnızlık, biriciklik karşısındaki aciziyetini de konu edinen oyun, insanı devamlı olarak bir sorgulamaya da teşvik eder. Öte yandan üç ana karakterin çevresinde geçen konuşmalar incelendiğinde; modern dünya insanının bir başka sorunu olan konu, yargılarının esiri olduğumuz diğerleri yani başkaları konusu ortaya çıkar. Başkalarının düşüncelerine o kadar hapsolmuşuz, kendimize o kadar yabancılaşmışızdır ki; artık özümüzden çok uzaktayızdır. Özümüze döndüğümüzü hissettiğimiz en basit bir olayda bile karşımıza ilk çıkan duygu, hiçlik duygusudur. Varlığın karşısında tüm katılığıyla ve itici kuvvetiyle duran bu hiçlik duygusu karşısında ölümle yüzleşen insan da giderek aciz bir hale gelir. İnsan, aciziyeti ve yalnızlığı içinde yaşayıp giderken, başkalarına hiçbir zaman tam anlamıyla dokunamaz. İnsan bir birey olarak bir merkezde yer almaktadır; ama kendisi dışına asla çıkamaz. Kendisi dışındaki insanlar aslında birer yabancı niteliğindedir ve onlarla tam olarak bir araya gelmesi mümkün değildir.
Bilişler arası kurulan diyaloğun özünü oluşturan çatışma konusu dahilinde Hegel’in Başka Benler Sorunsalı, yani Efendi-Köle Diyalektiği de incelenmelidir. Bu görüş sonucunda ortaya çıkan düşünce; bir başkasının, aslında özgürlük alanımızı kısıtlayan bir öteki olduğu düşüncesidir. Söz konusu olan bu bağlamın bir başka sonucu da, kötülük kavramının ancak bir başka bilinç tarafından geleceği sonucudur. Bir başkasının, yani bir başka bireyin yalnızca somut olarak var olması bile ona karşı nefret duymamız için bir sebep olabilir. Fakat üzücü olan bir nokta vardır ki; o da bu son derece kendinden emin gerçeğe rağmen her bireyin, nefret duysa bile o diğer bireye muhtaç olmasıdır.
En nihayetinde oyun, ana tema olarak iletişimsizlik ve bunun sonucunda bireyin kendi özüne karşı kazandığı yabancılaşma ile antisosyal yapıyı çerçeve içine almıştır. Bireyler arasında karşılıklı iletişim sırasında tam bir anlaşma sağlanamadıkça, diğer insan bir tehlike arz eden konum kazanmaktadır. Nitekim Tanrı’nın insana sunduğu özgürlük kavramı; sonu ölüm olan bir kavramdır. Bu sebeple kişi, doğum özgürlüğünün hemen ardından kendi kendisiyle baş başa bırakılmıştır. Varlığının bilincine varan insanın yaşadığı dünya düzeninin getirdiği modernlik vb. adlar altındaki kavramlara uyum sağlarken yaşadığı iletişimsizlik sonucunda yalnızlaşmasının yanı sıra; kötülüğün asıl merkezinin başka bilinçler olduğu gerçeğini yansıtması açısından bu oyun büyük öneme sahiptir. Sartre’ın içinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli filozof ve yazarları arasında gösterilmesi; incelediğimiz bu Gizli Oturum adlı oyunu ve diğer eserlerinde de felsefi özgürlüğün peşinden koşması, dünyanın saçmalığı, insanın kendinden uzaklaşması, insanın aslında çok yalnız bir birey olduğunu, tam olarak da bu yalnızlığın bireyi korkuttuğunu ortaya çıkarması ve yargılarına teslim olduğumuz insanlara olan esaretimizi dile getirmesi sebebiyledir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda Sartre’ı okumak ve Sartre’ı anlamak; bir okur olarak bakış açımızı geliştirecek, genişletecek ve düşünsel anlamda önemli katkılarda bulunacak okumaların başında gelmektedir.
Oyunun tüm doğası; felsefi özgürlük peşinde olan Sartre’ın varoluşçuluk felsefesi gereğince bu sorunsal nitelikteki başlıklar etrafında, sonlara doğru birbirlerinin celladı olduklarını tam olarak kanıksamalarıyla son bulmaktadır. Yazarın bu eseriyle insanlığa vermek istediği, mesaj; insanın modernlik adı altında geldiği tektip insan tipinin farkına vararak bunu bir an önce terk etmesi ve varlığının özden önce geldiği gerçeğini benimseyerek hayatını devam ettirmesi gerekliliğidir.
KAYNAKÇA:
- SARTRE, Jean Paul, Gizli Oturum
- SARTRE, Jean Paul (2016). Bulantı (çev. Metin Celal). İstanbul: Can Yayınları
- ÇELEBİ Vedat, “Jean Paul Sartre’ın Varoluşçuluk Düşüncesi”, Beytulhikme An International Journal of Philosophy, 2 Aralık 2014, s. 68.
- SARTRE, Jean Paul (1989). Being and Nothingness: An Essay on Phenomenological Ontology (trans. H. E. Barnes). New York: Philosophical Library.
- http://www.gazetebilkent.com/2017/02/15/gizli-oturum-cehennemde-bir-oyun/ (Erişim saati ve tarihi: 12.00: 8.7.2019)