Ana sayfa KÜLTÜR DİZİLER VE PSİKİYATRİ

DİZİLER VE PSİKİYATRİ

308
0
PAYLAŞ

 

Son yıllarda medya ve dizi sektörünün önemi giderek artmaktadır. Eve bağlı, dışarıya çok çıkmayan ya da çıkamayan insanlar giderek sinemalarda izlenen filmler yerine dizileri tercih etmektedir. Bu durum şiirsel özellikler taşıyabilen sinema filmleri yerine konusu, öyküsü olan dizilerin uygun senaryolarla daha çok yayınlanmasını sağlamaktadır. Belirli gün ve saatte dizinin bir bölümü sunulmakta, öncesi özetlenerek anımsatılmakta ve böylece önceki bölümlerle bağı pekiştirilmekte, konunun takip edilmesi sağlanmaktadır.

Ülkemizde de dünyada olduğu gibi diziler daha çok izlenmektedir. Son zamanlarda psikiyatrik öyküler, konular çok işlenmekte ve halkın ilgisine sunulmaktadır. Doğrusu başlangıçta insanların ruhsal durumlarının ortaya konulması halkımızın kendi ruhsal durumuna dikkatini çekebilir ve bir biçimde ruhsal yapılarla, davranışlarla ilgili bilinçlenmeler olabilir diye düşünmekteydim. Ama izlediğim birkaç bölümden sonra hiç de öyle olmadığını anladım. Beş yaşlarındaki bir küçük kız, elinde kocaman bir ekmek bıçağıyla kendisini öldürecekmiş gibi üzerine yürüyen anne şiddetine maruz kalıyor, sonunda olası ki şizofreni benzeri bir psikoz ya da çok ağır bir depresyon içindeki anne kendini çocuğunun gözü önünde iple asarak intihar ediyor. Bu sahne haftada onlarca kez reklam amacıyla ekranlara geliyor. Çocuklar, erişkin insanlar sürekli bu şiddet ve intihar görüntüsüne maruz kalıyor. Arada bir keçiboynuzu kadar olumlu, insani şeyler, ruhsal bilinçlenme de olabiliyor.

Özellikle “Kırmızı Oda” dizisindeki psikiyatrist çok öne çıkarılıyor, neredeyse bütün dizi hasta görüşmeleri ve zaman zaman geriye gidişlerle çocukluk travmaları vb. ile dolduruluyor. Kadın psikiyatrist şefkatli, sıcak davranıyor, sık sık kendi koltuğundan kalkıp danışanının boynuna sarılıyor, saçını başını okşuyor, onunla birlikte gözyaşı akıtıyor. Bunların ortalama bir psikiyatri görüşmesinde yaşanması olacak şey değildir, oluyorsa o görüşme terapötik (tedavi işlevli) bir görüşme değil bir dostluk sohbetidir. Psikiyatrist hanım bu benim yaklaşımım diyerek kendine özgü bir görüşme biçimi oluşturduğunu iddia edebilir. Ama kabul edilebilir değildir. Eklektik yaklaşımlar olabilir ancak dinamik yönelimli, çocukluk travmalarının açığa çıkarılmasını amaçlayan psikodinamik ya da psikanalitik yönelimli terapi yaklaşımlarında psikiyatrist-danışan ilişkisinin bu kadar “sınırsız” olması kabul edilemez. Freud’a göre hastanız geldiğinde hoş geldiniz deyip elini sıkarsınız, terapi seansı bittikten sonra giderken güle güle der elini sıkarsınız. Terapistin başka bir dokunması söz konusu olamaz. Hatta bedensel muayeneyi gerektiren bir durum olursa asla dokunmadan bir iç hastalıkları vb. hekimine konsültasyona gönderirsiniz.

Denebilir ki son yıllarda ABD ‘de çok yaygınlaşan Self Psikoloji (Kendilik Psikolojisi) Okulu daha sıcak, kucaklayıcı davranılmasını öneriyor ancak bu kadarı da fazla ve terapistlerin başına taciz vb. suçlamalarla işler açar, mahkemelerde hesap verebilirler. Tabii bizim dizideki psikiyatrist kadın olduğu için daha rahat davranıyor olabilir. Gerçek psikiyatri uygulamasında da öyle davranıyor olabilir. Yaşı nedeniyle abla-teyze konumunda değerlendirilip “hocam hocam” hitaplarıyla hoş da görülüyor olabilir. Ancak bir erkek terapistin asla bu kadar sıcak, dokunmalı-temaslı davranması söz konusu olamaz.

TV dizileri reyting açısından senaryolarda sık sık değiştirmeler, eklemeler yaparlar. “Kırmızı Oda” daki Delikanlı Ali diye, büyüyünce mafya lideri olmuş, bir çocuğun acıklı hikayesi çok dramatik biçimde verilir, çok tutulmuş olmalı ki giderek daha çok yer verilir, niyeyse kimsesiz çocukları duvar diplerinde toplayıp dilendiren insanlar çok iyi insanlar, çocuklara çok iyi babalık yapıyorlar gibi gösterilir, mafya ve sokakta yaşamanın pek de kötü olmadığı sunulmuş olur. Bu bence reytingin yönlendirdiği bir durumdur. Köprü altlarında, duvar diplerinde kış soğuklarında o çocukların neler yaşadığı gösterilmez, hatta unutturulur. Bir masal dünyasında gibi her şey çok güzel, dünya güllük gülistanlıktır. Bir “üst akıl” sokak çocuklarını, dilencilik yaptırılan çocukları çok mutlu gösterin, ortamları çok iyi görünsün diye bir akıl vermemiştir. Önemli olan reytingdir, gerisini boş verin yaklaşımı söz konusudur.

Öte yandan antisosyal kişilik bozukluğu olması olası bir mafya babasının iyilik meleği ya da sokakta zıplayarak çocukluk şarkıları söyleyen bir adam olarak sunulması gerçeğe pek uymamaktadır. Baba, o noktaya gelinceye kadar ne kadar adam vurmuştur, ne kadar insana işkence yapmıştır vb. hiç gösterilmemektedir.

Ülkemizde en çok tutulan, izlenen dizi olarak değerlendirilen “Masumlar Apartmanı” birçok yönden psikiyatri konusunda izleyenleri bilinçlendiriyor gibi görünse de izlenmek ve daha çok reyting yapmak için gerçeği oldukça çok değiştiriyor gibidir. Dizide aile bireyleri; iki abla ve bir erkek kardeş Obsesif Kompulsif Bozukluk’muş gibi anlatılıyor. Baba da bunama (demans) hastasıdır. Ancak annelerinin Psikoz ya da ağır Bipolar Bozukluk gibi bir hastalığının da olduğu, hayaller görme, saçma düşünceler vb. ile daha ağır bir hastalık içinde olduğu anlaşılıyor. Hem genetik geçiş hem annenin çevresel; yetiştirme vb. etkisiyle bu üç çocuk da OKB gibi sunuluyor. Ancak büyük ablanın hayaller görme, sesler duyma gibi psikotik bulguları da var. Erkek kardeş çok derli toplu görünse de “çöp toplama” kompülsiyonu gibi bir durumu var, öfke kontrolü eksik, çocukken bile büyüklere zarar verecek kadar bir öfke potansiyeline sahip. Sonunda eşinin, onunla bir tartışma sonrası evden fırlayıp çıkması ve trafik kazası geçirerek karnında bebeğiyle ölmesi olası ki onda yoğun bir suçluluk duygusu oluşturuyor ve neler yaşanıyorsa, bir akıl hastanesine yatırılmış, absürt konuşmalar, hareketler yaparken görüyoruz. Eskiden hor gördüğü psikoz delikanlı bu kez ondan çekinir durumdadır.

Bütün bunlar olabilir mi? Olabilir. Ancak çok uzak olasılıktır. Bazen bu kadar karmaşık, OKB, Psikoz ya da Bipolar Bozukluklu, karışık hastalar olabilir. Ama yaratma süreci (ki senaryo yazmak, film yapmak da bir yaratma sayılabilir) abartıyı zaman zaman bir etkileme yöntemi olarak kullanır. Bu dizide çok şeyin abartıldığını düşünebiliriz. Birçok sahnede gerçeğin dışına düşülmüş gibi görünmektedir.

Bu dizinin bu kadar tutulmasının nedeni ülkemizdeki aile bağlarının hâlâ çok önemli, güçlü olmasıyla ilgili olabilir. Zengin-modern bir genç evlenip eşini böyle sorunlu bir aileyle birlikte yaşamaya zorluyor. Birlikte yaşıyorlar. İzleyiciye “Helâl olsun, ne kadar birbirlerine bağlı bir aile”   dedirtiyor. Genç ne olursa olsun ailesinden ayrılmıyor, ayrılamıyor. Ne güzel. “Keşke bizim oğlan da öyle olsaydı. Ne gezer, buldu bir “sarı kantaron” hemen bizden kopup gitti, aramaz, sormaz oldu vb. diye düşünüyor olmalılar. Annenin bütün olumsuzluklarına karşın, eve “hayal” olarak gelmesi ve geleneksel, muhafazakâr düşünceleri çocukların üzerine boca etmesi de bu halkın, en azından epey bir kısmının hoşuna giden bir durum olabilir. Bu arada genetik geçişle ilgili bilgiler verilir ve arada “evlere şenlik” korkunç bir anneanne de dizide az da olsa yerini alır. Torununa anne-babasının evlenme tarihi ve onun doğum tarihini hesaplattırıp düğünden önce ilişki sonucu olduğunu yani “lânetli bir piç” olduğunu imâ eder, söyler. Başka olumsuz şeyler de söyler. Hasta anne de zaman zaman büyük ablaya “uğursuz” diye hitap eder, onu aşağılar. Var mıdır böyle anneanneler? Tabii ki olabilir. Hele onda da bir psikolojik bozukluk (belki bipolar vb.) varsa. Küçük abladaki, arada bir yaşanan epilepsi krizi ve aşk paranoyası vb. bir ayrıntı olarak uğranıp geçilen konulardır. Tabii senaryoda, olası ki izleyici baskısıyla sevdiği delikanlı “sırık” diye uzun boyu ve özgür tutumuyla aşağılanan genç kızdan ayrılır ve küçük ablaya âşık olur. Küçük abla zaten hayalinde sürekli masallar, filmlerle yaşayan bir kızdır ve böylece masal kahramanları birbirlerini severler. Şimdilik muratlarına ermemişlerdir ama olası ki ilerleyen bölümlerde ereceklerdir. Özgür kız “sırık”a da özgür bir radyocu oğlan sevgili bulunmuştur. Zavallı yoksul kapıcı, apartmanın sahibinin ortanca kızına aşıktır ancak açılamamaktadır. Kapıcı, bakımevindeki annesine yalanlar yazmakta, onu avutmaktadır. Yoksulluğun gözü kör olsun. Eh bu kadar sosyal adaletsizlikten de söz edilsin artık. İdealist öğretmen dede, onun haylaz, kumarbaz, alkolik, karısının ölümüne neden olan oğlu her ailenin başına böylesi şeyler gelebileceğini anlatarak ya da “neyse ki benim kocam, damadım, oğlum öyle değil” diye insanların yüreğine su serpmektedir. Onun kızı, babadan nefret eden, dedeye düşkün (bu toplumda böylesi dedeler her zaman vardır, gerekirse gece taksi şoförlüğü yapıp torunlarına bakarlar, birbirimize bağlı insanlarız denmektedir) ailenin dışlanan, istenmeyen, sarı kantaron olarak adlandırılan gelini bir biçimde babayı çağrıştıran bir adamla evlenerek anneye benzer bir kaderin yolunu çizmiş ve o “uğursuz” kocasının yüzünden o da annesi gibi trafik kazasında ölmüştür. Dedenin sözü bir biçimde gerçekleşmiştir. Büyüklerin sözünü dinlemelisiniz yoksa sonunuz böyle olur, denmektedir. Tabii bu arada erkeklerin bütün olumsuzluklarına rağmen kadınlar daha sıkı âşık olmakta ve sonunda ölmektedir. Yani “kadınlar zayıf yaratıklardır, erkek olsa siler atar” denmektedir. Bu da geleneksel anlayışın değirmenine su taşımaktadır. Geleneksel toplum yapısının altı çizilmekte, bir bakıma modern olandan uzaklaşın denmektedir. Bütün bunlarla ülkemiz insanlarının en az yüzde yetmişinin muhafazakâr olduğu düşünülürse dizinin neden bu kadar çok sevildiği anlaşılır.

Son zamanlarda en çok ilgi gören TV dizilerinden biri de “Camdaki Kız”dır. Dizi bir ailenin başına gelen sıra dışı bir olay; insestöz (kan bağı olan bir akraba: dayı tarafından) bir cinsel ilişki, tecavüz sonrası hamile kalan genç bir kızın doğum yaparken ölmesi ve bebeğin anneanne ve dedesi tarafından büyütülmesini işlemektedir. Bu olay bu toplumda bir ailenin başına gelebilecek en ağır travmalardan biri, belki de en başta gelenidir. Genelde bu durumda çocuk aldırılır, gebeliğe son verilir. Ancak anne-babanın dikkatsizliği (belki de annenin psikolojik hastalığı?) sonucu bilinçsiz, kimseye dayısı tarafından tecavüze uğradığını söyleyemeyen genç kız nedeniyle gebelik sonuna kadar sürmüş ve çocuk doğmuştur. Babanın ailesi bu durumu kabullenmemiş, ya o bebekle karını bırakıp bize gelirsin ya da bu kapıdan bir daha asla giremezsin diyerek dışlamışlardır. Olası ki öncesinde de bazı sorunları olan(?) anne çok ağır bir travma yaşamış, psikotik bir atak (delilik) (?) geçirmiş ve sonrasında saçma bir korumacı tutum almıştır. Bebeği kendi çocukları olarak büyütmüşler, baba, annenin psikolojik rahatsızlığı (Paranoya?, Psikoz?) nedeniyle kızının yetişmesine ve annenin işkence haline gelen seremonilerine müdahale edememiş, zavallı kızı adeta bir çılgının avuçlarına bırakmıştır. Anne aşırı bağnaz, dinsel eylem ve düşüncelerle, saçma davranışlarla kızın hayatını cehenneme çevirmiş, dayak ve işkenceyle içine korku salarak kendi kendine hareket edemez hale getirmiştir. Olmadık gerekçelerle günahlardan arındırmak için sık sık banyo yaptırıyor, sürekli bekâret kemeri işlevi gören korseler giydiriyor, adeta işkence içinde gününü geçirmesine neden oluyordur. Kız bir gün işyerinde patronun oğluyla karşılaşıyor, sonra oğlanın ablası ve babasının zoruyla, önerisiyle tanışma sağlanıyor ve nişan-düğün süreci yaşanıyor. Kız bir fanusta büyümekte gibidir. Özellikle karşı cinsle ilişkiler konusunda hiçbir şey bilmemekte, yakın tek kız arkadaşının desteğiyle ilişkilerini sürdürmektedir. Bu patron oğlunu sevmiş, sonra da âşık olmuştur. Oğlan da onu seviyor gibi görünmektedir.

Ancak oğlan iki çocuklu tanıdık, biraz hoppa, patavatsız denebilecek bir kadınla yıllardır ilişki yaşamaktadır. Kadın onun evlenmesini önermekte ancak bir yandan da kendisiyle ilişkisinin de sürmesini istemektedir. Oğlan, abisinin yorumuyla “hiç sevgi görmemiş, babası tarafından sürekli aşağılanmış (ne hikmetse birçok dizide babası tarafından aşağılanıp sonra Narsisistik Kişilik Bozukluğu olup çok kötülükler yapan gençler var. Zavallılar, babaları böyle davranmasaydı onlar böyle kötü olmazlardı. Suç babalarda, narsisistik gençler iyidir aslında(!) denmek isteniyor) çocukluğunda sevgi görmemiş, o nedenle de kim sevgi gösterirse hemen ona yapışan bir kişilik kazanmıştır. O nedenle düğün gecesi bile otel tuvaletinde o kadınla bir şeyler yaşayabilmiştir. Aslında kişiliği oluşmamış, olgunlaşmamış, babasının deyişiyle çocuk kalmış bir gençtir. Halk deyişiyle “kişiliksiz” denebilir. Despot baba eşi dahil herkesi zorbalıkla yönetmekte, aşağılamaktadır. Oğlunun onunla özdeşim kurması pek olası değildir. Sevgili kızı, içgüveysi damadı da sürekli ezilenlerdendir. Tek saygılı davrandığı kişi odasına kapanan, pek dışarı çıkmayan, olgun, ailenin akil adamı; kambur büyük oğludur. Aile kamburundan utandığı için dışarıda çocuklarla oynamasına müsaade etmemiş, kitaplar dünyasına hapsederek bir biçimde fanus benzeri bir yerde büyütmüştür. Abi, kardeşinden yeterli ilgi görmeyen, aldatılan gelin adayını kendine çok yakın bulmuş, onun saflığına tutulmuştur. Hayaller kurmakta, kardeşini reddedip kendisini seçeceğini düşlemektedir.

Patavatsız, belki kişilik bozukluğu ya da bipolar benzeri bir hasta (?) olan sevgili, kızın annesine hâlâ damatlarıyla birlikte olduğunu vb. şeyler söyleyerek uyarmıştır. Düğün gecesi onları birlikte gören çılgın ama son zamanlarda çok sakinleşmiş anne saçlarından tutarak kadını yere savurmuş ve “bundan sonra karşında artık beni bulacaksın” diyerek tehdit etmiştir. Oğlan geç de olsa gelin odasına gitmiş, cinsel yaklaşımda bulunmuş, gelin yani “camdaki kız” korkarak annesini görmek istediğini söylemiş, rica etmiş ve gece yarısı annesinin odasının kapısına dayanmıştır. İçeri girmek, beş dakika konuşmak için yalvarmış, ancak anne o sert, katı tutumuyla asla içeri alamayacağını söylemiş ve kız kapı önünde çaresizce, uzun süre ağlamıştır.

Böyle yetiştirilen, sürekli erkeklerden korkutulan, nişanlısı bile dokundu diye işkence edilen, karanlık odalara kapatılan bir genç kızdan sağlıklı bir cinsel yaşantı beklemek olası değildir. Kız, büyürken, cinselliği çok aşırı günah, cezalandırılması gereken bir eylem olarak algılamış, zihnine öyle kaydetmiştir. Vajinismus’tan çok daha ileri, soyunamayacak, partnerinin dokunmasına müsaade etmeyecek düzeyde bir cinsel tutukluk söz konusudur. Maalesef ülkemizde birçok çift böylesi sorun yaşamakta ve yaşamları cehenneme çevrilmektedir. Bazen terapiyle düzelmekte, bazen ayrılmalarla sonuçlanmakta, belki ölünceye dek cinsellik yaşanamamaktadır.

Bu arada Hayri adlı bir kişinin de ortaya çıkacağı, “camdaki kız”ın onunla ilişki yaşayacağı öngörüsünü oluşturabilecek görüntüler vardır.

“Bir Başkadır” da çok tartışılan dizilerden biridir. “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen Terentius’u anımsayarak söyleyebiliriz: Bize de yabancı değildir. Herkes her şey yapabilir. İnsanın iyilik yapma ya da kötülük yapma potansiyeli sonsuzdur. Bu dizi çok iyi yönleri olmasına karşın oldukça şematik karakterler sunmuştur. Senarist ve yönetmen ülkemizde sol, “entel dantel”, okumuş ve bir biçimde kısa yoldan reklamcılık vb. işleriyle zengin olmuş, her gün bir başka kadınla yatıp kalkan, çalışmayan, tembel tembel gününü geçiren bir karakter çizmiştir. Öte yandan baş örtülü, bu zenginlerin evlerine temizliğe giden, muhafazakâr, dindar bir kadın karakter oluşturmuştur. Genç kadın evin sahibi genç adama gelip giden kadınları kıskanıyor vb. derken bilinçdışı olarak onu seviyor. Böylesi bir durumun ardından konversiyon denen psikolojik bayılma geçiriyor. Dindar aile hemen cami imamına götürüyor, okutuyor, muska yazdırıyor vb. Hoca oldukça düzgün biri olarak gösteriliyor. Oysa ben, oralarda neler olabildiğini, danışanlarımdan dinlediklerimi burada yazmaktan utanırım. Genç kadın sonra psikiyatriste gidiyor. Özel ilgiyle, idealist bir genç kadın psikiyatrist, uzun zaman ayırıyor. Oldukça iyi, mesafeyi koruyan, Freudyen açıdan nötr ve faydalı olabilecek bir tutum gösteriyor. Derken senaristimiz kadın psikiyatristi hastasının başı örtülü diye kaldıramadığını, ona öfke duyduğunu, faydalı olamayacağını, hatta danışanının kendisinden daha “sağlıklı” olduğunu söylüyor. Şablon oturmuyor. Ülkemizde böylesi psikiyatrist olduğunu sanmıyorum. Genellikle bu toplumda her psikiyatristin çocukluğunda ebeveyni ya da akrabalarından bazıları örtülü olur. Genelde, psikiyatristler sol düşünceli bile olsalar öylesi kadınlara yönelik olarak daha şefkatli olurlar. Çünkü bu ülke şartlarında psikiyatriye gelebilmenin bile çok önemli olduğunu bilirler. Öyle düşünülür. Ama senarist bir kazmada ben vurayım der gibi gerçekçi olmayan bir şablon kullanarak insanlarımızın zihnini karıştırıyor, onları ayırıyor. Hoş değil. Senarist bence yanlış düşünmüş, şablon kullanmıştır.

Öte yandan dizinin asıl ruhsal hastası evin hanımı, abinin eşi, yengedir. Yenge ağır bir ruhsal bozukluk içindedir ve öncelikle cami imamına götürülen odur. Olası ki arada psikiyatriye de gitmiş ancak düzelmemiş. Genç kızlığında tecavüze uğramış, adı çıkmış, sonra da Abi dışarıdan biri olarak onunla evlenmiş. Dizinin sonuna doğru psikotik düzeyde ağır hastalığı olan yengenin köyü ziyaret etmesi ve kendisine genç kızlığında tecavüz eden sakat adamla yüzleşmesi ardından olanlar tam evlere şenlik. Eski Yeşilçam filmleri gibi her şey birdenbire düzeliyor. Ağır hasta yenge tümüyle iyileşiyor, hiç konuşmayan çocuk konuşmaya başlıyor, bir “öküz” gibi erkek olarak çizdiği tip, eşi benimle o halimle nasıl evlenip götürdün diye şükranlarını yansıtırken: “Ben senin yüreğinin bekâretini sevdim “demez mi? Halkımızı düşününce bu köy uzayda mı, Abi birdenbire nasıl bu hale geldi ve bunu söyleyebiliyor gibi bir tepkiyle şaşkına dönmemek elde değil.

Tabii çeşitli yan karakterler de ülkemiz insan haritasını ortaya koyma açısından yaratılmış, çizilmiş. Hocanın yanına sık sık giden ve dinsel konularda çok konuşan, geveze bir tip; onun âşık olduğu ancak bir türlü açılamadığı hocanın kızı gibi. Dizinin sonlarına doğru gecekonduda oturan aşırı dindar abinin bir diskoda çalıştığını (halkımız ekmek parası için istemedikleri işte de çalışabilirmiş), hocanın evlatlık olarak (bu da pek olan bir şey değildir) aldığı kızının da bir kızla lezbiyen bir ilişki yaşadığını görüyoruz. Bu konuda yaşanan korku ve şiddeti de.

Havada kalan, hiç nesnel karşılığı olmayan bir durum da psikolog genç kadınla ablası arasındaki şiddet, kavga. Modern başı açık Kürt kökenli psikolog (o da “solcu-entel” züppenin sevgililerinden biridir ve Kürtlerin de psikolog olabileceklerini, böyle asimile olduklarını da belirtmiş oluyor.) Serebral Palsy ‘li sandalyeye bağımlı erkek kardeşinin kriz geçirdiğinde, anne-baba evine gidiyor. Orada başı örtülü, aşırı öfkeli, küfürler savuran ablayla bir odada oturuyorlar. Tartışma başlıyor, giderek sözel şiddet saç baş yolmaya, fiziksel şiddete dönüşüyor. Doğrusu örtülü-örtüsüz, okumuş-okumamış kardeşler arasında bu toplumda böyle kavgalar pek olmaz. Senarist nasıl bir gözlem ve bilgiyle böyle şematik tipler ve durumlar çizmiş, anlamak zor?

Seri katil “Fatma” dizisine gelince; bazı insanlar uzun yıllardır ülkemizde seri cinayet neden yok? diye soruyorlardı. Sonunda 15 yıl kadar önce olmuştu. Sonra bir iki küçük seri daha oldu, kaldı.   Bu kez bir kadın seri katil yaratalım demiş olmalılar. Temizlikçi Fatma bazı nedenlerle öfkelendiği (hiçbiri nedensiz, absürt değil), ölümü hak ettiklerini düşündüğü kişileri koşullarına göre seçtiği yolla temizliyor(öldürüyor). Tam seri cinayete uygun değil aslında. Nedensiz, saçma (absürt) biçimde değil bir nedenle öldürüyor. Tabii suçu ne olursa olsun bir insanın öldürülmesi kabul edilemez. Dediğim gibi insanın iyilik potansiyeli de kötülük potansiyeli de sonsuzdur. Başı örtülü, sıradan, temizlikçi bir kadın bir sürü insanı, bazılarını vahşice, öldüren bir katil olabilir. Ama unutmamak gerekir ki “bir katilin üstünü kazıyın, altından insan çıkar”.

*Psikiyatri, Prof.Dr.

BİR CEVAP BIRAK

Yorum yap!
Adınızı giriniz