Ana sayfa DOSYA GÜNCEDEN – 1

GÜNCEDEN – 1

591
0
PAYLAŞ

Barlas Özarıkça’nın Sır Odaları Günlüğü’nden alınmıştır.

 15 Kasım 1994

o peti peti
karamela sepeti
terazi lastik
cim lastik

Bekletmemek kaygısıyla hemen iki katlı otobüse atlayıp Taksim’e çıkıyorum. Şişli’ye, ilk kez farklı ruh haliyle bakıyorum: Hıristiyan Mezarlığı ağaçların loşluğunda kalabalık. İyi etmişim diyorum, uzun yolu, Öğretmen Hayrullah- Kadıköy- Karaköy-Tünel istikametini seçmemişim. Duvar, yürümüş- henüz yürümekte olan insanlardan daha yüksek. Öbür taraf gözükmüyor. Azrail; masal sinemacısı Spielberg’le satranç oynuyor. Sinemacı mat oldukça ötekisi bir baş daha götürüyor. Oyunu Spielberg kazanmışsa bir film daha çekme izni alıyor. Onlar oyunlarını böyle “al canım-ver canım” anlaşmasıyla sürdürürlerken, bizler de, mezarlık duvarının beri tarafında otobüslerin, taşıtların içinde geçip geçip gidiyoruz. Duvarı görüyoruz sadece. Öbür yan bir tahmin. Sıra bize gelmeyecek sanısı. Süreklilik sanısı. Oysa, çalarsaat çok çabuk ötüyor. Azrail, “mat” diye bağrıyor. Erken saatte, karga gak demeden, daha bokunu yemeden “buyrun” diyorlar. Bir sayı daha düşüyorlar. Bu ara, herkes kendi oyununu sürdürüyor. Kimisi para kazanmak için, Çin’e gidiyor, kimisi şirket işletiyor, kimisi roman yazıyor, kimisi yazı düzeltiyor. Herkes bir şeye koşuşturuyor. Hıristiyan Mezarlığı, bu koşuşturma ortasında, Kuştepe ile Şişli arasında mesel gibi duruyor. Şu sonlu hayat, bir çeşit indi bindi işlemi zaten. İzne çıkıp düzeltme işinden sıyrılıp romanımı yazayım derken Profesör Lütem’in kitabını redakte işine ek kazanç sağlama niyetiyle girmiş, onun arasına da Orhan Pamuk’la yapılacak konuşmanın sorularını hazırlama çalışmalarını sokmuş, zaman yetmemiş, sıkıla bunala yorulmuştum.

İki katlı otobüsle Taksim’e giderken etrafı seyredip kafamı dağıtmaya çalışıyordum.

Otobüsten iniyor, saatime bakıyorum. Bir saat var. Taksim Parkı’na girip banka oturuyorum. Çözülen ayakkabı bağlarımı bağlıyorum, habire çözüldüğüne göre demek ki yanlış bağlıyorum. Hazırladığım metni yeniden okuyorum.

Yeni Hayat adlı romanınız farklı düzey- yükseklik ve mesafelerde, çeşitli anlatı katlarından oluşuyor. Öyle sanıyorum, her okur, bu kitabı bulunduğu kendi katından okumaya başlayarak yeteneği ölçüsünde diğer roman katmanlarını keşfedecektir. Böylece, sizin her meşrebe göre bir okur kitleniz oluşacak. Zemin kat okuru ile terastan kuşbakışı bakan okur, “Yeni Hayat” için farklı şeyler söyleyecektir. Kuşbakışı okur romanınızı epey eğlendirici tarafları bulunan bir polisiye olarak da okuyabilir. Sonuca ulaşabilirse belki “Bütün dünyayı hatırlatan bir şeye” rastlayacak. Ya da, farklı finallere varacak. Ülke coğrafyasında birbirlerinin peşinde koşuşturan, ötekilerin ceplerini soyarak para ve yeni kimlik edinen, otobüs kazalarını sadik keyifle bekleyen, okudukları kitapla hayatları pek uyuşmadığı halde bir ötedünya sınırında buluşan, daha önce porno dergilere ve bazı gazete fotoğraflarına mastürbasyon yaptıkları gibi real cinsel ilişkiyi irreal melek motivi ve ilüzyonuyla figürsüzleştirip hayal mıntıkasına sokan, yaşatmaktan çok öldürmeye yatkın, cin çarpmışcasına ne anlattığı flu bir kitabın vurgununa uğramış birkaç genç kişiyi megolamanyak ilaveten paranoyak bir bir mafya şefin emriyle kod adları saat markası olan ajan-muhbirler kovalayıp durmakta. Anlatıyı, bu minvalde, bilinen polisiye trükleriyle karşılayabiliriz. Öbür okur ise, saf kalmak kaydıyla, bu romandaki genç insanların kirlenmiş ve seviyesiz ve fazlasıyla alıştığımız hayat düzenine karşı som hayatın ışıldadığı kaynağa doğru hareket ve arayış içinde olduklarını söyleyebilir. Bir başka okur, Peter ve Pertev’in globalleşen dünyada Amerika’nın marjinal gruplarında moda olduğu şekliyle bir gizli intihar tarikatı kurduklarını ve Dr Narin’in toplumun bekâsı için bunu engellemeye çalıştığını söyleyebilir. Bir öteki okur, Orhan Pamuk’un Dante’ye yüzyılımızdan Türkçe cevap verdiğini iddia edebilir. Okuru çeşitlendirdikçe,okumanın anlamlandırılmasını da çeşitlendirebiliriz.

Var saydığım fakat henüz nitelendirmediğim okurları rezerve ederek sormak istiyorum: Romanınız; çok hedeflilikte okuma noktalarını zenginleştirdikçe, noktalar arasında çizilen doğruları silikleştirerek kültürden oluşan insan aklına ve zihinsel sürece sorgulama mı getiriyor? İnsanlar kitaplara, kitaplar insanlara dönüşerek süregiden hayat ilgisinde, sizce okur, bu kitabı hangi algılama alanına almalıdır?

-Yaşadığımız gerçek hayatın içinden alınmış olsa da, yazılarak düzeltilmiş veya değiştirilmiş veya yaratılmış kitap-roman dünyasına dahil olmak, bu dünyaya dahil olmak için vazgeçişlerin toplamı bir mantığın üretilmesini zorlamayacak mıdır? Sizce, bu, bir körleşme mi, aydınlanma mı olacaktır? Romanınızda yazılmış, kurulmuş ile yaşanmakta olan arasındaki gel-gitte sizin yazdığınız, roman kişiniz Rıfkı Amca’nın da yazmış olduğunu bütünlüyor, açıklıyor, doğruluyor mu? Kitap içinde kitap olduğuna göre ve kitaplar devşirme usulüyle birbirlerini melezleyip yaratıyorlarsa ve Rıfkı Amca öldürüldüğüne göre, siz bizzat, bu kitabınızı hangi hayat ve ölüm duraklarında karşılıyorsunuz? Bizim toplum belleğimizi hesaba katarsak, bir kitap yazayım insanlar şöyle veya böyle değişebilsinler diyebiliyor musunuz? Yakın tarihimizde bazı insanların bazı kitapları okuyup kalkıştıkları hareket sonucunda asıldıklarını düşünürsek, sizce ruhsal sakatlanma mı söz konusu? Romanınızda ülke haritası seri üretim mallarının hucumuna uğrarken kendilerine has yerçekimi yaratmaya çalışan küçük bir grup, samimi ama geleneksel değerlerden bir yaşama atmosferine giriyor. Fakat sonunda her biri birer mağlup oluyor. Romanınızın temel düzlemi, niçin mağlubiyetin-kaybetmenin mahkûmluğuna çıkarıyor o insanları?

 -Yine bir trafik kazası olur. Ölmekte olan trans halindeki kız “ Senin bakışınla karşılaşmak için yollara düştük, senin bu yumuşacık bakışınla göz göze gelebilmek için otobüslerde geceledik, şehir şehir gezdik, kitabı bir daha, bir daha okuduk, melek, biliyorsun” diyor. Aynı büyülenmeyi erkek arkadaşından alan Canan ise, bozuntuya vermez. Biraz şaşkın, biraz kararsızdır. Canan yanlışlığın geometrisinden memnundur. Kederlidir. Hafifçe gülümsemektedir. Ölmekte olan kız, bu defa, meleklerin acımasızlığından ve güzelliğinden dem vurur. Ve “…tükenmeyen ışığımızın değdiği her yer, nasıl da zaman dışı bir huzurun içinde kalabiliyor…bakışların melek, çünkü kitabın vaat ettiği eşsiz an, şimdi görüyorum ki, buymuş. İki diyar arasında bir geçiş zamanı…çıkış denen şeyin ne olduğunu; huzurun, ölümün ve zamanın ne olduğu, ne mutlu anlıyorum…” der. Bence, roman kişilerinizin iç etiğinden, ilginç, tartışmaya açık bölgeye giriyoruz burada. “Tükenmeyen ışık, zaman dışı bir huzur, iki diyar arasında bir geçiş zamanı…” türünden sözler bizi romanınızın insanlarının beşer dünyasına ve teoloji alanına sokuyor. Ama bu teoloji, Tanrı’ya doğru yükselişten çok, sizin roman kişilerinize örtüşerek bazılarına yeni hayatlarında kimlik edindirmeye angaje. Rilke, Duino Ağıtları’nın Polonyalı çevirmenine şunları yazmakta:“Ağıtlardaki meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslamın meleklerine yakındır…Bizim yapmakta olduğumuz görünürü görünmeyene çevirme işi, Ağıtların meleğinde tamamlanmış gibidir artık. Ağıtların meleği, görünmeyende daha yüksek bir gerçeklik derecesinin tanınmasına tanıklık eden varlıktır. Bu yüzden ürkünç gelir bize, çünkü biz, onu sevenler ve değiştirenler görünüre sarılmaktayız daha.” Romanınızın temel simgesi olan “melek” bizi kitap boyunca (şekerci Süreya’ya kadar) mistifike edilmiş algılama açılımına hazır tutuyor. Muhammed bir gün Hira dağında yapayalnız otururken Cebrail ansızın önünde belirir. Muhammed’in korkudan dili tutulur, zangır zangır titrer; melek “Oku” der. Yeni Hayat’ın bazı kişileri de, kendi halinde yaşayıp giden Rıfkı Amca’nın anlatısını okuyarak hidayete eriyorlar. Hatta, Canan’ın otel odasında birlikte olduğu eski sevgilisi bir taşra kasabasına çekilip hûşû içinde (biraz da para için) bu anlatıyı tıpkı kutsal kitapların ilk yazıcıları gibi elyazmalarıyla çoğaltıyor. Burada, yanlışlığın gizli geometrisi, acaba neye ve kimlere karşı muhalif olmanın gizli geometrisine uzanıyor? Neye tekabül ediyor?Referanslarınızdan biri Dante ise, acaba Yeni Hayat’a Orhan Pamuk’un örtük biyografisi diyebilir miyiz? Eser ile eseri yapanı eşleştirmesem bile, yazarlık tasarımınızın kaynağını kullandığınız malzemede aramak ve yorumlamak doğru olacak mıdır? Günlüklerinden tasavufu bildiğini öğrendiğimiz Kafka’nın Şatosu’nda ya da İsa’ya özel ilgi duyan Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam hikâyesinde olduğu gibi, sizin romanınızda da üsluptaki mistifike öğeler anlatının gizli merkezine sokuluyor. Belki, Üstinsan da Nietzche’nin meleğidir! Merak ediyorum: Niçin Şeytan değil de Melek? Hiçbir şeyin sahici olmaması gibi, kurmaca bir melekle roman kişileriniz; zaman, hayat, ölüm üçgeni ile bir üst gerçeklik adına görünürden görünmeyene doğru kaybolurlarken, dünyaya mı ötedünyaya mı tanıklık etmektedirler? Yoksa her şey Kundera’nın ifade ettiği gibi, görücüye çıkan kızı için annenin “Benim kızım melek yüzlüdür” demesinin hafiliğinde midir?

-Romanı okurken cümlelerin akıp gidişi sırasında sorduğumuz-soracağımız soruların cevabını, sankı o soruların sorulabileceği biliniyormuş gibi ilerdeki sayfalarda buluyoruz.. Kitap önce sordurtuyor, arkasından cevaplar getiriyor. Böylece kitabın yazarı ya da yazarları okurun aklını da anlatının yazılışında hesaba katıyor. Akıllar akıllar içinde. Bunlar anlatıyı, anlatının örgüsünü, anlatıyı hangi yöne çekmek gerektiğini açıklamak kadar, herhangi bir kritiğe- tenkide cevap oluyor. Romanınızın bir tabakası da bu akıl etme işleminden oluşuyor. Yeni hazırlanmış, yayımlanmış kitabın yazılırken hazırlanmış cevapları var. Belki bu hazır cevapların, hem kitabın- kitapların anlaşılmasına hem de yazar- okur arasındaki akıl diyaloğu kadar kendisini savunmasının yararı olacağı düşünülüyor.Bilim adamlarının çalışmasını çağrıştırıyor. Ortada bir keşif varsa, teorinin doğru hesaplarla ispatlanması da gerekirdi. Öyle ki önceden bazı kitapları eğer okunmamışsanız bu sorular, bu cevaplar boşlukta kalacak. Romancı artık kendisini her şeyi bilen, her şeyi yaratan, kişilerin hayatını tayin eden Tanrı mertebesine koymuyor belki; ama bu defa, Stephen Hawking gibi muhayilesindeki evreni sorgulayan zihninde önce büyük teoriyi keşfettirip arkasından anlaşılması için nesnel cevaplar arıyor. Uzak düşse de diyeceğim ki, yazar okurlarını kendi avlağına, akıl- oyun sahasına götürüyor. Bilim adamlarının kendisinden önceki bilim adamlarının bulduklarından yararlanması gibi, romancı da öncüllerinin sentezinden kendi sahasını oluşturuyor. Birçok yaratıcıdan geçe geçe geldiği son hal birinci el oluyor. Kimseyi aptal, edilgen yerine koymayan yazar, bu defa onların o sahanın erbabı olmasını talep ediyor. Yazar ile okurun değişen münasebetlerinde siz, o sahanın farklı tabakalarından dolayı tekrar düzenleyen fakat daha demokrat Tanrı görünümünde gizlenmiş olmuyor musunuz? Kendi yazarlığınız ile okur arasındaki münasebetin koordinatlarını verebilir misiniz bize? Moderniteden çıkıldığı bir dönemde, birbirinden farklı anlam kümeleri, blokları arasında okuru dedektifmişcesine dolaştırıp yönlendirirken “İşte hayat bu arayış, bu çabadır” mı demek istiyorsunuz? İçlerinde hadise taşıyan klasik roman kahramanlarından sizin güçlü karakterler barındırmayan Yeni Hayat anlatınıza geçtiğimizde, üslup bütün bu özelliklere mi tekabül ediyor? Bir kitap bazen bir olayın da kendisi olabiliyorsa, onu anlayan kişiler onu verene karşı pasif duruma düşmüyor mu? Bu vaka nedir? Tehlike midir, bir duruma dikkat mi çekmek istiyorsunuz? Yeni Hayat’ın model aldığı, lehinde ve aleyhinde ciddiye alan anlatı kişileriniz, yazarlığınızın size özgü mizah optiğinin bir çeşidini mi temsil ediyor? Diyelim ki 17. sayfada bir söz, bir tavır, bir karşılaşma veya bir başka şey 177. sayfada bir delil, bir ipucu oluyor. Kartlar karıştırılmış gibi. Sürekli dikkat diyorsunuz. Bulmak için tekrar bulunulacak kaynaklara dönmek gerekiyor. Yeni Hayat’ın sayfalarını sanki arka arkaya değil de yayarak veya sayfaları tekrar düzenleyerek okumak gerekiyor. Bu yazış tarzı, bildirmek istediğiniz şeyin ta kendisi mi?

-Yeni Hayat adlı romanın konusunu bana sorsalardı “Şeker, karamela şekeri” diye cevap verirdim. Orsan Welles Yurttaş Kane senaryosunda çocukluğundaki kızağın bütün hayatın simgesi olarak yer almasını hatırlıyor. Bence Yeni Hayat’ın çarpıcı bölümü romanın bittiği bölümler. Hayat, herkes için, bilinen, olağan seyrine dönmüştür. Canan evlenip Almanya’ya gitmiştir. Canan’ın ve Rıfkı Hat’ın peşinde ve yedeğinde yaşayan romanın başkişisi Osman da evlenmiştir. Belki yanlış nişan almış, cinayet işlememiştir. Evlilik evinde sıkılmış, kızıyla birlikte istasyona gezmeye gitmiştir. Geçmişin, geleceğin buluşmasında, bir kesişme noktasındadır. Hız ve enerji karşısında zamanın, mekânın izafi olması gibi istasyonda tren de çifte yöne hareket halindedir; Osman geçmişle birlikte geleceği de hatırlar. Ve olayın çözüm anahtarı, markası “Yeni Hayat” olan karamela şekerleridir. Üstünde melek resimleri vardır. Erenköy İstasyonu’nda hatırlamıştır bunu. Çocukluk vardır. Emilen, fiyatı neredeyse bedava, iki tanesi 5 kuruşa, sütlü ve çikolatalı Yeni Hayat adlı karamela şekeri vardır. Rıfkı Amca’nın sorup cevap veremediği istasyonun adı Viranbağı’dır. Ödül olarak, Rıfkı Amca, onun hatırladığı geçmişte onu ve geleceğini kapsayan bir roman yazacağını söyler. Yeni yaşanmş olan, yazılmış olan kitap gibidir. Burada, gelecek, geçmişle nasıl kesişebilmiştir? Bunu bilebilirsek kitaptan fışkıran ışığa meleğin nasıl tanıklık edebildiğini de öğreneceğiz. Hangi cennet paylaşılmaktadır? Hayatın oyunlarıyla kaynaşan kitabın oyunları artık bittiğine göre, hemen yeni bir dünyaya geçeceği halde, şimdi niçin evine dönmeyi istemekte, yeni bir hayata geçmeyi, ölmeyi hiç mi hiç istememektedir? Aldanmış mıdır? Yoksa, biz okurlar, onunla birlikte aynı serüvenin aynı sonucunu mu paylaşıyoruz? Doğal ve olağandışı kanallardan akarak roman bir kere daha bitmiş, sorular cevaplar tamamlanmış, okur okuma koltuğundan kalkmıştır. Fakat bir soru; üstelik en hayati soru hâlâ cevaplanmamıştır. Söyleyebilir misiniz, hangi sorudur bu?

Parkta birkaç adam dolanıyor. Ayakkabı bağlarıma ve gökyüzüne bakıyorum. Hayır, yürümezsem, ayakkabımın bağları çözülmüyor. İlerdeki bankta saçları boyalı iki kadın simit yiyor. Esmer, kısa saçlı, elleri pantolon ceplerinde bir adam yanlarına yaklaşıyor. Bir şeyler söylüyor. Kadınlardan biri ayağa kalkıyor, adamın koluna giriyor, parkın öbür ucuna yürüyor. Banktaki diğer kadın bana bakıyor. “Bugün ayakkabı bağlarım çözülüyor ve Orhan Pamuk’la buluşacağım” diyorum. Kadın kafasını çeviriyor, sonra merak etmiş gibi, tekrar bana dönerek “Orhan senin … mi” diye soruyor. “Bilemedin” diyorum; “kendisi bizim şirketin sermayesi büyük ortaklarından olur.”

Kalkıp Taksim Meydanı’na yürüyor, yeni açılan iki kitapçıya girip çıkıyor, sonra McDonalds’ın önünde dikiliyorum. Enver gecikecek. Yağmur başlıyor. Cihangir’e doğru yürüyor, ara sokaklara sapıyor, bakkala adresi soruyorum. Pencere camlarının birinde “For Rent” yazıyor, arkasından kısa siyah saçlı bir kadın bakıyor. Adresi bir defa daha, laf olsun diye, emlakçıya soruyorum. Adam Orhan Pamuk’u tanıyor, parmağının ucuyla apartmanı gösteriyor. 12 numaralı, üstünde isim yazmayan zile bir defa basıyorum. Otomatik, kapıyı açıyor. Karanlığın dibinde asansörü görüyorum. Merdiven dar, dik. On iki numaralı dairenin kaçıncı katta olabileceğini hesaplamaya çalışıyorum. Şişman, kabzımal kılıklı birisi iniyor, ona soruyorum. “Dördüncü kat” diyor.

Kapıyı Orhan Pamuk açıyor. El sıkışıyoruz. Gülümsüyorum. Gülümsememe gülümsemeyle cevap verecek nezakette olmadığını anlıyorum. “Teyp Enver’de” diyorum. “Teyp yoksa konuşmayı yapamayız” diyor. “Siz söylersiniz ben yazarım” diyorum. “Olmaz” diyor. Salona, salonun gördüğü manzaraya bakıyorum. Boğazı, Marmara Denizi’ni, İstanbul’u tepeden bütün haşmetiyle seyrettiren bir ev manzarası. Kitaplarla kaplanmış salon duvarları dışarıdaki şehre sahip olmuş, salondan çıkmıyor. “Biraz sonra Enver de gelecek” diyorum. Deniz Sultanahmet’i, yarım adayı aşarak tekrar gözüküyor. “Burası ofisim” diyor. “Ne içersiniz” diye soruyor. “Siz ne içerseniz” diye alttan alıyorum. “Galiba kahve istiyorsunuz” diyor. Zil çalıyor. Enver (Ercan) geliyor.

Orhan Pamuk’un üstünden belli belirsiz yayılan sinirlilik havasına uyum kurma yoluna girerken mutfağa giriyor, neskafe hazırlıyor. Biz de mutfak kapısında laflıyoruz. Niçin sekreter tutmadığını, niçin tele sekreter kullanmadığını anlatıyor. Zayıf, uzun, kumral ile esmer arasında; saçlar düz; ayrıntısız, yaşamasını yansıtmayan ifadesiz bir yüz. Olsun, her çehrenin kendisine özgü bulmacası vardır. Bir insanı ilk anda kavrama huyundan vazgeç diyorum kendime. Üstelik, objektif olamayacak kadar, onun çok okuru tarafından abondele olmuş vaziyettesin. Adalet Ağaoğlu’nun ‘Romantik Bir Viyana Yazı’nın değil de ‘Yeni Hayat’ın niçin daha çok okur tuttuğunu, niçin çabucak popülerleştiğini anlamış değilsin. Yumuşatıcı bazı düşüncelerin var. Diyorsun ki, Orhan Pamuk yeni bir isim, kullanılarak henüz tüketilmemiş bir isim. Harcanmamış isim. Sonra onu da o edebiyat dışı okur harcayarak bitirecek. Eskiden, bir aralar, Selim İleri’ydi, şimdilerde o, misal mi, Kerime Nadir, Duygu Asena söz konusu. Bize kahve hazırlayan Orhan Pamuk’a bakarken sırf bu nedenden dolayı onun mongolid-hain yüzünü önemsemiyorum. Pamuk Eczanesi’nin varislerinden Orhan Pamuk, kendisine kalan serveti bir fabrika, işyeri kurmaya değil de kapaklarında isminin yazdığı romanlara vermiş. Parasını ödeyip kitaplarını yabancı dillere çevirtmiş; Alman yayıncıya Almanca, Amerikan yayıncıya Amerikanca romanlarını götürmüş, malını iyi pazarlamış. Reklamı, talebi etkileyecek hiçbir unsuru göz ardı etmemiş; kendisine yaptığı yatırımı bir şirket patronu dikkatiyle, zekâsıyla yürütmüş; üretimini Pazar koşullarında tüketime nasıl arz edeceğine bir işletmeci gözüyle titizlenmiş. Kendisine, aynı yolu izleyen Umberto Eco’nun satış yöntemini örnek almış. Malını kötülediği için “Tahsin Yücel mi, kim bu profesör, ben tanımıyorum” demiş. İthal mal revaçta olduğu için, kitabının iç kapağını yabancı yayıncıların övgüsüyle süsleyerek dünya standartlarında bir yazar olduğunu belirtmiş, yerli mallar haftasının saf alıcısına haddini bildirmiş. Bütün bunlar, kitabın dış serüveni. Romanının iç serüveninde, Dr. Narin’in ve şekerci Süreya’nın ağzından, bu yöntemler, memleketi kişiliksiz yabancı malların sarmasından dolayı kınanmış! Yani, kitabın içi başka, dışı başka şey söylüyor. Romanın anlattığıyla, kitabın okur kitlesine sunuluş şekli taban tabana zıt, çelişiyor. Romanda ‘televizyon’ unsuruna olumsuz tavır takınılırken kitabın satışında televizyondan yararlanılıyor! Yazarı medyatik varlık, eseri de medyatik mal haline getiriliyor. Kitap birkaç haftada 80 bin adet satıyor. Okurun bu romanı satın alması sosyolojik bir vaka haline geliyor. Hangisi önemli? Roman mı, romanın çok satması mı? Her ikisi de denildiğinde, anlatı, okunma gerekçelerini kaybediyor. Herkes satın alıyorsa, iyidir, küçük düşmeyeyim ben de satın alayım mı deniliyor? Duygu Asena “Bizim çok satmamızın nedeni, rahat ve kolay anlaşılır olmamız” diyor. Orhan Pamuk’un bu kitapla rahat okunmayı, kolay anlaşılmayı amaçladığını sanmıyorum. Tüccar değil, romancı olmak istediğini sanıyorum. Nedir, bu defa, hem Osmanlı’da hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde edilgenleştirilen, yönetilen kitle, medya yoluyla cinayetler, kazalar, soygunlar, terör olayları, felaketler, yolsuzluklar, skandallar dünyasında korkutularak Orhan Pamuk’un Yeni Hayatı’yla buluşturuluyor. Roman da yazar da edebiyat düzleminden kovuluyor. Siyasi gündemden dolayı sık sık televizyon ekranına çıkarılan Toktamış Ateş “Ben de Orhan Pamuk kadar kitap sattım” diyor. İlginci, iki ayrı gazetede, Hıncal Uluç ile Duygu Asena aralarında suni tartışma çıkarıp, televizyon ekranlarına taşınıp satışlarını arttırmaya uğraşıyorlar. Başka mıntıkada, şarkıcılar, mankenler, sunucular, medyumlar, fahişeler, dansözler televizyon kanallarında ekrana çıkmayı başarmışlarsa yazılı basında kendilerinden söz ettirip çalıştıkları gazinolardan aldıkları parayla servet sahibi oluyorlar. İmza günlerinde standlarının önünde kuyruklar oluşuyor. İSKİ Skandalı’nın başaktrislerinden Nurdan Erbuğ bile, TÜYAP Kitap Fuarı’nda yazdığı kitabı (!) imzalıyor. Üne-satışa-paraya dönük hareketlilikte edebiyat eserinin iç gözeneklerine varabilmek niyetiyle uzun bir metin hazırlayarak Orhan Pamuk’a geldiğimi hatırlıyorum. O temelden soruların çıkacağını, diyaloğun kurulacağını umuyorum.

Mutfaktan manzaralı salona geçiyoruz. Enver’le benim elimde kahve fincanları… Uzun bir masa, üstünde döküntü kahvehanelerin iskambil oynanan masalarında bulunan cinsten bir yeşil örtü… Manzarayı gören tarafa oturuyorum. Orhan Pamuk “Oraya ben oturuyorum” diyor. Hemen kalkıyor, inadıma, masanın en uzak köşesine, manzarayı arkama alarak oturuyorum. Yeter ki mülk sahibi halinden memnun olsun! Ağzında, dişlerinin etrafında, dudaklarının kıyısında sigara dumanının koyu, sarı ile kahverengi arasında, gülümsemeyi, neşeyi iten, naletliği arttıran karanlık. Ciddileştikçe, dudaklarını büzdükçe, tıraşlı çizgisiz yüzü büsbütün o karanlığa akıyor, oradan konuşuyor ses. Birdenbire, bu herifin ne eve ne de ofise benzeyen, ama çalınmış fikir, çalınmış görgü ve edeple birtakım kimselerle buluşma yeri olarak kullandığı kârhaneden beter apartman dairesine geldiğime bin pişman oluyorum. Eşyalar güzellik duygusundan, şahsilikten yoksun. Her üç duvar da, camlı kütüphanedeki kitaplarla sınırlı. Duvarlar sanki badanadan vazgeçilip alıcılara-satıcılara gösteriş olsun diye, kitaplarla sıvanmış. Yabancı dillerde yayımlanmış kendi kitaplarını görünecek, göze batacak şekilde vitrinin önüne enlemesine koymuş. Sergilemiş. Diğer kitaplar arasında ilk önce onları görüyor bakan. Diğer binlerce kitap arasından kendisini birinci plana çıkardığını, gelen görücüler tarafından bunun bilinmesini isteğini fark ediyoruz. Oysa bu ince zekâ (!), ince hesap, gerçek burjuva adabında da çok kaba bir sunuşu ortaya koyuyor.

“Soru metnini uzun hazırladım, bunlarla romanınızın içlerine doğru adım atmak istiyorum” diyorum.

Kâgıtlara bakıyor, “Keşke önceden faksla gönderseydiniz, okusaydım” diyor.

“Haklısınız belki, ama bu şekilde de konuşmayı deneyebiliriz…”

Kâğıtları önüne çekiyor, şöyle bir bakıyor, şöyle bir karıştırıyor. Eliyle biraz ileriye itiyor, sorular kendisinden uzaklaştırılıyor telaşla.

“Röportajı böyle yapamayız, ben böyle bir şeye raslamadım, röportajı yaparsak ben bu metni kabul etmiş sayılırım, soru nerede, nasıl keseceğim, araya nerede gireceğim” diyor aynı telaşla.

“İstediğiniz yerde keser, girersiniz…” diyorum.

İstemeye istemeye

“Bir deneyelim” diyor.

Biraz okuyorum…

Kesiyor.

“Ben roman kahramanlarımın kötülenmesini kabul edemem” diyor; “Dr. Narin’e manyak diyorsanız, size göre Madam Bovary de orospudur. Bir romanı edebiyat şartlarında ele almak gerekir.”

Aksini mi iddia ediyorum ben? Hayır. Az önceki itirazlarını yineliyor. Sanki kaçmak istiyor. Laf kalabalığına getiriyor. Yavaş yavaş ben de sinirlenmeye başlıyorum. Belki, Orhan Pamuk diye birisi yoktur. Belki, bir başkası, belki ilaç sanayiinin kurucularından birisi yazmıştır o romanları, Orhan Pamuk’u ismiyle birlikte kiralamıştır. Ve şimdi, Orhan Pamuk, o gerçek yazarı yeterince temsil edememekten çekiniyordur. Ya da reklama alıştığı için, bu konuşmada reklam unsurları bulamamakta… Kavrayışı herhalde kıt. “Tamam” diyorum, “o halde röportajı yapmayalım, muhabbet edelim.”

“Geyik muhabeti mi yapacağız” diyor.

“Hayır edebiyat muhabeti” diyorum. Tekrar tartışıyor. Okumaya devam ediyorum. Kesiyor. “Benim zengin de fakir de okurum vardır” diyor. Üst kattan bunu kast etmediğimi söylüyor, maksadımı açıklamak zorunda bırakılıyorum. Anlamamış olmasına şaşırıyorum. Üstelik, aptal mı, ne! Sonra yine kesiyor. Kendisinin mastürbasyondan yana olduğunu söylüyor. İrreal figürün hazırlanışına sebep olduğundan dolayı söz konusu ettiğimi açıklıyorum bu defa. Anlamamasına, bir kere daha şaşırıyorum. Belki romanını birilerine hazırlattırıyor, kendisini hazırlamıyordur. Dersine iyi hazırlanmamış, kopya çekerken yakalanmış şirret kursiyerler gibi tekrar tekrar itirazlarını ileriye sürüyor, hızını alamıyor, bir dahi pozuyla bana dönüp dönüp anladınız mı diye soruyor. Konuşurken sinirleniyor, sesini kalınlaştırarak “Şimdi virgül, şimdi ünlem” diyor. Üstelik küstah! Kibirli! Kâğıtları atıyorum. Bırakalım diyorum. Gerginlik had safhada. Konuyu değiştirmeye çalışıyor. İstemiyorsa istemiyor! Enver bantı siliyor. Orhan Pamuk gemiyle geziye çıkacağını anlatmaya başlıyor. Çantamı topluyorum. Bir Amerikalı kendisine niye çok sattığını sormuş, o da siz bunu sorduğunuz için demiş. Hah hah hah! Çok komik! Son numarasını çekiyor, telefon ahizesini kaldırıyor. “Epeydir arayan olmadı, acaba hatlar mı bozuk” diyor.

Tüyap Kitap Fuarı’nda Enver’den de ayrılıyorum. OP’den yana taraf tutuşuna bozulduğumu belli etmiyorum. Zamanımı boşuna harcamış oluyorum. Eve dönüyorum. Trenden Suadiye İstasyonu’nda iniyor, yürüyorum.Yağmur bastırıyor. Keyifsiz, tatsız, fiyasko bir gün! Lâkin, çocuk, hayal bir çocuk, şarkı söyler gibi mırıldanıyor: o peti peti, karamela sepeti, terazi lastik, cim lastik…Islanıyorum. Hayal çocuk da ıslanıyor. Bakıyorum, hayal çocuk eriyor, duyulmaz oluyor sesi. Başarılıların dünyasına evimin kapısını yirmi dört saatliğine arkadan sürgülüyorum

BİR CEVAP BIRAK

Yorum yap!
Adınızı giriniz