Taner Ay
Kitaplar devâdır, okumaksa şifâ.
İsmail Saip kitaplar ve sokak kedileri için yaşadı. Efsanesi Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nde doğmuştu.
Orada 3 Eylül 1313 (15 Eylül 1897 ) günü 350 kuruş aylıkla ikinci hâfız-ı kütüblüğü memuriyetine başlamış, Tahsin Efendi’nin vefatı üzerine 1331 yılında ( 1916 ) 1.000 kuruş aylıkla birinci hâfız-ı kütüblüğe terfi etmişti. Bu tarihten emekli olduğu 1 Kasım 1939 gününe kadar da Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nin müdürlüğünü yaptı. Onun müdürlüğü döneminde Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi küresel bilinirliğe sahip bir kütüphâne oldu. İsmail Saip’i dünyanın her yerindeki şarkiyatçılar ve saygın kütüphâneciler tanıyor, şarka ait kitaplara ve konulara ilişkin bir sorun çıktığındaysa ilk ona danışılıyordu.
Dönemin Maârif Vekili Hasan Âli Yücel şunu yazmıştır:
” … Mevlanâ’nın el yazısını görmemiş ve görene de rastlamamıştım. Rubâiler’i yayımlatacağımı kendisine söylediğim Şerafettin Bey, Umûmî Kütüphâne Müdürü İsmail Saip Efendi’nin bu hususta bilgisi olduğunu söyleyince, hemen ilmî ve manevi kemâline büyük saygı beslediğim müşârünileyhe gittim. Her zamanki tevazu ile şahsî kütüphânesindeki bir kitabın içinde Mevlanâ’nın el yazısının olduğunu ve o kitabı bana getireceğini söyleyince çok sevindim. Bu sevincin kıymetini ancak büyük insanların büyük ruhlarına kıymet verenler takdir edebilirler.”
İsmail Saip, 42 yılını Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nin yüz binlerce kitabı arasında geçirmesine karşın, çok değerli kişisel bir kütüphâneye de sahipti. Vefatının ardından Maârif Vekilliği’nin tensip ve onaylarıyla Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nce 1944 yılında 101 sandık içinde mirasçılarından satın alınan kitaplarının adedi 21.670 cilttir. Bunların 11.253’ü basma, 10.417’si ise yazma eserlerdir.
İsmail Saip’in kitaplar, edebiyat ve bilim tarihi konularındaki derin bilgisine karşın neden kitap yazmadığı hep merak edilmiş, bunu kendisine soran İsmail Hami Danişmend’e de şu yanıtı vermiştir:
” … İlgi duyduğum konularda benden öncekiler her şeyden bahsedip bana mevzû bırakmamışlar; benden sonrakiler de nasıl olsa onları yineleyip duracaklardır. Benim gibi onların arasında kalanlaraysa susmak düşer.”
İsmail Saip’in niçin yazmadığını merak eden, ama bunu ona bir türlü soramayan Niyâzi Ahmed Banoğlu’nun düşüncesiyse şöyledir:
” … Mutlaka bir hüküm vermek gerekirse, bunu onun göreneğine hamledebiliriz. Tarihte onun gibi öyle çok şey bilen ve öyle mütebahhir isimler kaydedilmiştir ki, bunların hiçbirinin yazılı eseri yoktur.”
Mahir İz bu göreneği “her şeyi hafızasına almak isteyen” Şark âlimi tipiyle ve Şark’ın “ilim insanın kendisindedir, kitaplarda değildir” ata sözüyle izah etmeye çalışmış, bu da onu “sûfiler arasında bir âlim, ulemâ arasındaysa bir sûfi” yapmıştır.
Hakkı Süha Gezgin ile Nusret Safa Coşkun, İsmail Saip Efendi’nin yazdığını, ama yazdıklarını başkalarının isimleriyle yayımladığı kanısındadırlar. Hatta Nusret Safa Coşkun İslâm Tabâbeti ile Osmanlı Müellifleri isimli eserlerin aslında İsmail Saip’e ait olduğunu bile iddia etmiştir. Bunların hiçbiri doğru değildir. 1937 yılında Müslüman olduktan sonra Osman ( Yaşar ) Reşer ismini alan Oskar Rascher ise, Bursalı Mehmed Tahir Bey’in eserini kaleme alırken İsmail Saip ile birlikte çalıştığını belirtmiştir. Bu da hatalı olmalıdır. Çünkü, İsmail Saip Efendi’nin Ahmed Remzi’ye, Osmanlı Müellifleri için, “Tahir Bey merhûm bu eserinde müstakil bizzikr olan ricâlden başka bir hayli zevâtın terâcimi ahvâlini de ya hâmişte ya diğer bir zatın tercemesi zımnında yazmıştır; kitabın fihristinde onların isimleri gösterilmediği gibi metni kitap da bulmak da müteassirdir” dediğini biliyoruz. Bursalı Mehmed Tahir Bey belki sadece Osmanlı Müellifleri‘nin bazı kısımları için İsmail Saip Efendi’nin bilgisinden ve düzeltmesinden yararlanmıştır.
Niyâzi Ahmed Banoğlu’nun ısrarla belirttiği gibi,”yazmıyordu ama yazdırıyordu”; ayrıca diğer dillerdeki değerli eserleri de Türkçe’ye tercüme ettiriyordu. İsmail Saip olmasaydı, Maktûl Şehzâdeler (Mehmed Zeki, 1920), Nedim Dîvânı (Halil Nihad, 1924), Rubâiyât-ı Ömer Hayyam (Hüseyin Dâniş, 1927), Kaside-i Bânet Suâd (Ispartalı Zeynel Âbidin, 1928), Miftâh-ül-Kütüb (Ahmed Remzi, 1929), Semtlerin Tarihi (Niyâzi Ahmed Banoğlu, 1940) ve Keşf-el-zunûn (Ord. Prof. Şerefeddin Yaltkaya, 1941) gibi eserlerin yayımlanamayacaklarını biliyoruz. İsmail Saip, bir eserin tercümesi amacıyla kendisine müracaat edildiğindeyse, onun sokak kedilerinin ciğer parası için bu teklifleri kabul ettiğini Refi’i Cevat Ulunay yazmıştır (Milliyet gazetesi, 8 Haziran 1964 ve 20 Eylül 1964).
Mehmed Şevkî Bey ve Ayşe Hanım
İsmail Saip Sencer’in babası Mehmed Şevkî Bey, annesi ise Ayşe Hanım’dır.
Bazı kaynaklarda Mehmed Şevkî Bey’in bir duâ kitabındaki “Cerrah Paşa Mahalelli Mehmed Şevkî Bey” künyesine ve İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Arşivi’ndeki belgelerden Sahhaf Mehmed Râif Yelkenci’nin bulduğu asıllarından Or. Prof. Ahmed Süheyl Ünver tarafından çıkarılan 17 Haziran 1324 tarihli ve 2651 sayılı nüfus tezkiresi sureti ile İsmail Saip Efendi’nin mührünü taşıyan hâl tercümesi varakası suretine nazaran Mehmed Şevkî Bey’in İstanbullu olduğu belirtilmektedir.
Ord. Prof. Ziyâeddin Fahri Fındıklıoğlu ise duâ kitabındaki “Cerrah Paşa Mahalelli Mehmed Şevkî Bey” künyesinin, Mehmed Şevkî Bey’in sadece Harbiye’deki tahsili esnasındaki ikamet adresinin tesbitinden ibaret olduğunu yazmıştır. Oysa, Mehmed Şevkî Bey bu künyeyi R. 19 Kânûn-i sânî 1288 tarihi ile “1289 senesi Zilhicce’sinin ikinci Cuma günü saat dokuzda mahdûmum İsmail Saip dünyaya teşrif etmiştir” kaydının altına düşmüştür ki, bu tarihlerin Milâdî karşılığı 31 Ocak 1873 gününe tekabül etmektedir. Bu nedenle, Mehmed Şevkî Bey’in Mekteb-i Harbiye’den mezun olduktan yıllar sonra Erzurum’da yüzbaşı rütbesi ile görev yaparken “Harbiye’deki tahsili esnasındaki ikamet adresini” oğlunun doğum kaydının altına künye düşmesinin mantık dışı olduğu ve bu künyenin Mehmed Şevkî Bey’in doğma büyüme Cerrah Paşa Mahalleli olduğuna kesinlik kazandırdığı kanısındayım.
Nüfus tezkiresi ile hâl tercümesi varakası içinse, Ord. Prof. Ebül’ulâ Mardin’in Prof. Dr. İsmet Sungurbey tarafından önsöz ve eklerle yayımlanan Huzûr Dersleri eserinde (1966), “İsmail Saip Efendi, İstanbullu bir aileden olduğu ve İstanbul’da doğduğu için değil, herhalde nüfus tezkiresi İstanbul’da çıkarıldığı için nüfus tezkiresinde İstanbullu olarak gösterilmiş, nüfus tezkiresindeki bu kayda uygun olarak da devlet memurlarından istenilen hâl tercümesi varakasında kendisini İstanbullu olarak bildirmiştir” denilir. İlmiye Sâlnâmesi‘nde de (1998) “İstanbulî İsmâ’îl Sâib Efendi” künyesiyle anılan İsmail Saip Efendi’nin nüfus tezkiresi İstanbul’da çıkarılmış olabilir; ancak bu İsmail Saip Efendi’nin babasının İstanbullu olmadığının izahı değildir.
Bazı kaynaklarda ise, Mehmed Şevkî Bey’in aslen Arabgirli olduğu belirtilmektedir. Ord. Prof. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu “Arabgirli bir aileden Yüzbaşı Mehmed Şevkî Bey”, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Şevkî Efendi’nin babası ve ceddi Arabgirli’dir” (Belleten, C. 4, S. 13, 1940) Ahmet Nezih Galitekin de “Arabgirli bir aileden Yüzbaşı Mehmed Şevkî Bey” diye yazmışlardır (Müteferrika, S. 4, 1994). Cerrah Paşa Mahalleli Mehmed Şevkî Bey’in ceddinin aslen Arabgirli olması muhtemeldir. Ancak, Abdürrahim Şerif Beygu, 14 Şubat 1942 günlü mektubunda, İsmail Saip Efendi’nin 1936 yılında kendisine babası Mehmed Şevkî Bey’in Erzurum’un marûf ailelerinden Hacı Kurbanzâdeler’den olduğu bilgisini verdiğini yazar. Ord. Prof. Ebül’ulâ Mardin’in Prof. Dr. İsmet Sungurbey tarafından önsöz ve eklerle yayımlanan eserinde de “Mehmed Şevkî Bey’in Erzurum’un marûf ailelerinden Hacı Kurbanzâdeler’den olduğu hususunda bir kuşkunun bulunmadığı ” ve bu bilginin Abdülbâki Gölpınarlı ile Server Cemaleddin Revnakoğlu tarafından teyit edildiği belirtilir. Mehmed Şevkî Bey’in aslen Arabgirli bir ailenin doğma büyüme Cerrah Paşa Mahalleli evladı olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, Cerrah Paşa, Davut Paşa ve Kasap İlyas gibi mahallerin nüfuslarının çoğunluğunu 18’inci yüzyılın sonlarından itibaren Arabgirli muhacirlerin oluşturduğu kesindir. Bu konuda Cem Behar’ın Kasap İlyas Mahallesi / İstanbul’un Bir Mahallesinin Sosyal ve Demografik Portresi: 1546-1885 başlıklı araştırması çok önemli ve çok değerli kayıtlar içermektedir (İstanbul Araştırmaları, S. 4, Kış 1998).
Abdürrahim Şerif Beygu’nun aksine, Ord. Prof. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu “Mehmed Şevkî 1285 yılında Erzurum’da ikinci defa olarak Erzurumlu Hacı Kurbanoğulları ailesinden evlenmiş”, Ahmet Nezih Galitekin ise “Babasının ikinci kez evlendiği Erzurumlu Hacı Kurbanoğulları ailesinden Ayşe Hanım” diyerek, aslında İsmail Saip Efendi’nin annesinin Erzurumlu ve Erzurum’un marûf ailelerinden Hacı Kurbanzâdeler’den olduğunu iddia etmişlerdir. Ayşe Hanım’ın mezarının Erzurum’da Derviş Ağa Camii’nin hazîresinde bulunmasına ve ailenin bir daha Erzurum’a dönmemesine nazaran Ord. Prof. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu’nun ve Ahmet Nezih Galitekin’in verdiği bu bilgi doğru olmalıdır.
Kendisine çıkartılan güçlükler nedeniyle Derviş Ağa Camii’nin hazîresindeki mezarlardan ancak bazıları Canan Hanoğlu’nun Erzurum Merkez’de Cami Hazîrelerinde Bulunan XVII – XIX Yüzyıl Mezar Taşları başlıklı yüksek lisans tez çalışmasına konu olabilmiştir (2006). Abdurrezzak Türk’ün Erzurum Kandilleri: Cami Hazîreleri başlıklı makalesinde ( Erzurum gazetesi, 31 Aralık 2009 ) yazdığının aksine, sözkonusu çalışmanın Derviş Ağa Camii’nin hazîresindeki mezarlara ait bölümündeki Ayşe isimli bayana ve 1300 (1883) yılına ait mezarın tarih itibariyle İsmail Saip’in annesinin olma ihtimali bulunmamaktadır. Çünkü, Ayşe Hanım’ın vefatınının ardından Mehmed Şevkî Bey sonraki evliliğini Emine Hanım ile yapmış ve ondan olma oğlu Hasan 1881 yılında dünyaya gelmiştir.
İsmail Saip Efendi’nin babası Mehmed Şevkî Bey ise, 1329 yılında, binbaşı emeklisi iken İstanbul’da vefat etmiş olup, Merkez Efendi Mezarlığı’nda medfûndur.
Doğum Tarihi ve Doğum Yeri
Mehmed Şevki Bey bir dua kitabına “1289 senesi Zilhicce’sinin ikinci Cuma günü saat dokuzda mahdûmum İsmail Saip dünyaya teşrif etmiştir” kaydını düşmüştür. İsmail Saip’in doğumunda Mehmed Şevkî Bey Erzurum’da Dördüncü Ordu Seyyar Topçu Alayı Üçüncü Taburu Birinci Bölük Yüzbaşısı olarak görev yapıyordu.
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Üstâd Bay İsmâ’îl Sâib 1288 yılında Koca Mustafa Paşa’da doğmuştur” der. Abdürrahim Şerif Beygu ise İsmail Saip’in kendisine “Erzurum’un Kasım Paşa Mahallesi’nde Hacı Dede Sokağı’nda 1289 Arabî ve 1288 Rumî senesinde doğduğunu söylediğini” belirtir.
İsmail Saip’in doğum yerinin Erzurum olduğu hususunda bir kuşkumuz yoksa da, tahsile İstanbul’da Esekapusu İbrahim Paşa Mekteb-i İptidaisi’nde başlaması, İsmail Saip Efendi’nin Erzurum’da annesini kaybettikten hemen sonra ve çocuk yaşta ayrıldığını düşündürtmektedir. Kaldı ki, annesi Ayşe Hanım’ın mezarının Erzurum’da Derviş Ağa Camii’nin hazîresinde bulunması ve 1936 yılında Abdürrahim Şerif Beygu’ya “1289 Arabî ve 1288 Rumî senesinde Erzurum’da doğdum, sonra babamın memuriyeti dolayısıyla taşraya çıktım ve bir daha Erzurum’a dönmedim” demesi de bu kanımızı teyit etmektedir.
Tahsili ve Memuriyet Hayatı
İsmail Saip Efendi Esekapusu İbrahim Paşa Mekteb-i İptidaisi’nden sonra Koca Mustafa Paşa Askerî Rüşdiyesi’nde okuyup 1204 yılında şâhâdetnâme almıştır. Fünûn-ı tâliyyeyi özel hocalarda okutan İsmail Saip, Arapça, farsça ve şeriyye tahsiline başlayarak Fatih Camii ders-i âmlarından Arabgirli Abbas Şükrü Efendi’den 1312 yılında icâzetnâme ve Süleymamiye Camii mucîz ders-i âmlarından Rizeli Ferhad Efendi’den Buhâri Şerîf okuyarak bundan da icâzetnâme almıştır.
Tedrîsât-ı Âliyye müzekkeresindeki Musasebe Müdîriyeti’nin 1333 tarih ve 602 sayılı derkenarından anlaşıldığına göre, İsmail Saip Efendi Maârif Nezâreti’nde sınava girerek 3 Eylül 1313 günü (15 Eylül 1897) 350 kuruş aylıkla Bâyezid’deki Umûmî Kütüphâne’nin ikinci hâfız-ı kütüblüğü memuriyetine başlamıştır. 1331 yılında 1.000 kuruş aylıkla birinci hâfız-ı kütüblüğe terfi etmiş, 1926 yılında ise aylığı 3.000 kuruşa yükseltilmiştir
11 Mayıs 1318 tarihinde ders-i âm olan İsmail Saip Efendi, 1321 yılının Muharrem ayında Bâyezid Camii’nde tedrise başlar. 1320 ile 1322 yılları arasında Kadırga’daki Menemenli Mustafa Paşa Konağı’ndaki Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’ye sâmi sıfatıyla devam eder; ayrıca 3 yıl kadar Hukuk’taki ve son sınıfa kadar da Eczacı Mektebi’ndeli derslere girmiştir.
İsmail Saip Efendi 4 Nisan 1321 tarihinde 95 kuruş tarıyk maaşına nail olmuş, bundan sonra bazı tarihlerde maaşına zam yapılmış, müderrisler sınıfına ayrıldığındaysa sekizinci sınıftan sayılarak maaşı 500 kuruşa yükseltilmiştir. İlmiye Sâlnâmesi‘nde (1998) 1 Şaban 1326 tarihinde İstanbul Rü’ûsunun iptidai hâric derecesiyle Sâniye-i Muharrem Efendi Medresesi müderrisliği tevcîh olduğu belirtilen İsmail Saip Efendi, ayrıca Soğukçeşme Askerî rüşdiyesi’nde Arapça hocalığı yapmıştır. 15 Zilhicce 1329 tarihinde memuriyette yedinci sınıfa geçirilerek 600 kuruş maaşla Sinan Paşa Medresesi’nde Mükâleme-i Arabiyye hocalığına başlamıştır. 1330 yılında bu hocalık kaldırıldıktan sonra Dârü’l-Hilâfetül-Âliyye Medresesi’ne iptidâ-i hâric rütbesiyle Edebiyyât-ı Arabiyye müderrisliğine atanmıştır.
1331 yılında Bâyezid Umûmî Kütüphânesi’nin birinci hâfız-ı kütüblüğüne terfi eden İsmail Saip Efendi, 1335 yılında Medrese-i Süleymaniye’ye kelâm müderrisi, 1339 yılında ise Dârü’l-fünûn Edebiyat Fakültesi Arap Edebiyatı müderrisi olmuştur. 1334 ile 1336 ve 134 ile 1341 yılları arasında Huzûr Dersleri’ne “muhatap” olarak katılan İsmail Saip Efendi, İstanbul Üniversitesi’nde uzun yıllar Arap Edebiyatı öğretmenliği yaptıktan sonra, 1925 yılında bu görevinden istifa ederek Bâyezid Umûmî Kütüphânesi’ne çekilmiştir.
İsmail Saip Efendi’nin üniversitedeki görevinden istifa etmesinin nedeni için farklı iddialar bulunmaktadır. İsmail Hami Danişmend “Fakülte Meclisi’nde hissine dokunan bir konunun münâkaşını” (Türklük dergisi, C. 2, S. 12, 1940), Kalkandeleli Ali Bey ve Abdülbaki Gölpınarlı “taassubundan değil de ilkelerinden fedâkârlık yapmamak için” şapka takmak istememesini ( Bkz. Huzûr Dersleri, 1966), Mahir İz ise Kıyâfet İnkılâbı’nı (Yılların İzi, 2000) gerekçe göstermişlerdir.
Bir Dindar Olarak Portresi
İsmail Saip Efendi mezheben Caferi’ydi; tarikaten ise Mevleviliğe müntesib olup, meşreb itibariyle Melâmî-Hamzavî’ydi. Seyyid Abdülkadiri Belhî’ye intisâbı vardı. Meşrebi gereği ihtilâttan ziyade inzivâdan, mukâmeleden ziyade mütâlâadan hoşlanırdı. Bir hususta kendisine danışıldığı zaman verdiği bilgi için isminin anılmamasını rica eder, kendisinden bahsedildiğindeyse sıkılırdı.
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın belirttiği gibi, taasuptan uzaktı; herkes hakkında iyi şeyler düşünüp, hiç kimseyle birisi aleyhinde konuşmazdı (Belleten, C. 4, S. 13, 1940). Bununla birlikte Oskar Rascher, İsmail Saip Efendi’nin mushaf üzerine herhangi bir kitap kaçındığını, çevresindeki herkese bunu yapmamalarını tembih ettiğini ve elektriği “İslâmî olmayan yenilik” diye mümkün olduğu kadar uzun zaman hanesine sokmamaya çalıştığını beyan etmiştir (Bkz. Huzûr Dersleri, C. II – III, sh. 1017 ve 1023, dn. 16, 1966). Huzûr Dersleri‘nde ise İsmail Saip’in Kıyâfet İnkılâbı’nın gereklerine hep uzak durduğu ve defin esnasında kabrine konan tekbîrli şeb-külâhına da derin bir bağlılığı bulunduğu yazılıdır (C. II – III, sh. 999, 1966) ama, onunla birlikte yıllarca çalışan kütüphâneci Muzaffer Gökman da Kıyafet İnkılâbı’ndan sonra “açık baş gezer olduğunu” söyler (Yıllarboyu Tarih, C. 10, S. 5, Y. 5, Mayıs 1983). Bilinen iki fotoğrafından birinde “açık baş” olması Muzaffer Gökman’ı teyid etmektedir. Muzaffer Gökman, ayrıca, İsmail Saip’in “gericilik ve tutuculuk ile bir ilgisinin bulunmadığını”, onun sadece “insanlara ve dünyaya küskün olduğu için kütüphâneye kapanmış olabileceğini” ifade eder (Kitaplar Arasında 44 Yıl, sh. 124, dn. 76, 1977).
İsmail Saip Efendi’nin Döneminde
Bâyezid Umûmî Kütüphânesi
Ord. Prof. Ahmet Süheyl Ünver’in İsmail Saip Efendi Hoca ve Tıp Tarihimiz makalesinde belirttiğine nazaran İsmail Saip Efendi’nin döneminde Bâyezid Umûmî Kütüphânesi “ilim vâdisinde çalışanların Kâbesi haline gelmiştir” (Türk Tıp Tarihi Arkivi, C. 4, S. 16, 1940); kütüphânenin bu dönemine ilişkin anıların merkezinde hep İsmail Saip Efendi vardır. Hakkı Süha Gezgin’in yazdığına göre, Bâyezid Umûmî Kütüphânesi ancak İsmail Saip Efendi ile birleşince “bulutsuz bir aydınlık” ve “baştan çıkarıcı bir müessese” oluyordu (Vakit gazetesi, 25 Mart 1940):
” … Kendisi biz Türkler’den ziyâde Avrupalı âlimler tarafından tanınırdı. Avrupa’dan Türkiye’ye gelen bir müsteşrik veya İslâm âleminden İstanbul’a uğrayan bir âlim mutlaka Umûmî Kütüphâne’ye uğrayarak bu mütebahhir âlimi ziyaret eder ve müşkillerini hallederdi,” (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Belleten, C. 4, S. 13, 1940).
” … şarkıyatla mütevaggıl âlimler onun talebeleri ve eserleri de kısmen Hoca merhûmun eseri demektir. Zaten merhûm üstat müstakil eser vermekten ziyade eser yazanların müşkillerini halletmeyi ve onlara yardım için çalışmayı severdi,” (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Belleten, C. 4, S. 13, 1940).
” … Efendi merhûmun şâyânı hayret bir hafızası vardı. İstanbul kütüphânelerinin katalogları adeta ezberinde gibiydi. Fakat bu kadarla da kalmıyordu. Aradığınız bir bahsi yahut meseleyi hangi kütüphânelerdeki hangi eserlerin hangi fasıllarında ve hatta bazen hangi sayfalarında bulabileceğinizi derhal söyleyebilirdi,” (İsmail Hami Danişmend, Türklük dergisi, C. 2, S. 12, sh. 325-329, 1940).
” … En nadir kitaplar hakkında size ezberden bilgi verirdi. Müellifinin tercüme-i hâlini de, vefat tarihini de bilirdi. O, bir kütüphâne memuru değil de canlı bir bibliyografyaydı. Paris’te iken müsteşriklerden bazıları bir nadir kitaptan bahsedilirken, İstanbul’da olsak İsmail Efendi’ye sorardık derdi. Arap dilini ve edebiyatını pek iyi bilirdi,” (Dr. A. Adnan Adıvar, Akşam gazetesi, 26 Mart 1940).
” … Bir tarihte Avrupa’da bulunduğum zaman, elime bir vefk geçmiş ve halledilmesi için dünyanın en namlı kütüphânelerinden biri olan Paris Millî Kütüphâne’ye müracaat etmiştim. Orada hâfız-ı kütüblerin her biri birer allamedir. Vefka baktılar, bana bunu dünyada halledebilecek tek âlimin İstanbul’da Bâyezid Kütüphânesi Müdîri İsmail Saip Efendi’nin olduğunu söylediler,” (Refi’ Cevad Ulunay, Milliyet gazetesi, 8 Haziran 1964 ve 20 Eylül 1964).
” … Hiç unutmam, bir gün çömelmiş, hasta kedilerden birinin başına ilaç sürüyordu. Hindistan’dan iki kişi gelmiş eski bir vakfiyeyi okutmak istiyorlardı ona. Söylediklerine göre o güne dek kimse okuyamamış ve Saip Efendi’yi salık vermişlerdi. Hoca tedavi ile meşguldü ama, ilgisini de esirgemedi misafirlerden. Meşguliyetine engel olmadan kitap yapraklarını çevirmelerini söyledi. Çok değil, yarım saat sonra, Hindistan’dan gelenler memnun, Hoca’ya duâ ederek Kütüphâne’den ayrılıyorlardı,” (Muzaffer Gökman, Yıllarboyu Tarih, C. 10, S. 5, Y. 5, Mayıs 1983).
İsmail Saip Efendi’nin döneminde Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’ni “Kedili Kütüphâne” olarak zikredenler de vardı.
İsmail Saip Efendi’nin kedi sevgisine ilişkin anılardan bazıları şunlardır:
” … İsmail Saip Efendi’nin kedileri son derece sevdiği bilindiğinden, herkes istemediği kedisini Bâyezîd Kütüphânesi’nin bahçesine bırakırdı. Böylece İsmail Saip Efendi kütüphânede 80 veya 90 kadar besler olmuştu. Her akşam kedilere bir leğen ciğer, bir leğen süt ve bir leğen de su verirdi. Kediler kütüphânede dolaşırlar, bazen kitap raflarından pat diye okuyucuların üzerlerine düşerlerdi. Bu yüzden bazı şikayetler olursa da iğmaz-ı ayn edilirdi,” ( Nureddin Kalkandelen ).
” … Herkes istemediği gebe, hasta, uyuz ve yavru her türlü kedisini Bâyezîd Kütüphânesi’ne bırakıyordu. İsmail Saip Efendi sayıları 100’ü aşan bu kediler için her sabah 11 veya 11.30’da çorba gibi aş pişirtiyor, önce hasta, gebe ve yavrulu olanlara, ondan sonra da sağlam kedilere yedirtiyor, kendisi de aynı aştan yiyordu,” ( Fâzıl Ayanoğlu ).
” … Kedi hanımlar ve beyler o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin mütehassir oldukları akciğer ve karaciğeri değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlarsa da onlara kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona bile rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, İsmail Saip’in maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarf ettiğini söylerlerdi,” (İbn’ül Emin Mahmûd Kemal İnal).
” … ayın daha ilk günlerinde maaşının bir kısmını muhtaçlara ve bir kısmını da pek düşkün olduğu kedilerin masrafı için kasaba ve sütçüye verirdi. Merhûmu çok zaman günlerce yalnız çorba içerken, salata yerken ve hatta ekmeği tuz ve biberle yerken görürdüm,” (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı).
” … Haydarîsinin eteklerinden önce omuz başları yıpranır, yakından bakanlar bu aba yeleklerin üstünde ince tırnak izleri görürlerdi. Çünkü üstadın kedilerle başı pek hoştu ve onların çoğu saygısız bir muhabbetle omuzlarına sıçrarlar, haydarîlerini vakitsiz yıpratırlardı,” (Hakkı Sühâ Gezgin).
” … Her gün Urfa yağının en iyi cinsiyle papara yapılırdı kedilere arkadaki ek binada. Bu işle kütüphâneye uzun yıllar hizmeti geçmiş, her yönüyle otoriter bir hanım meşgul olurdu. Personelden de yiyen olurdu o paparadan. Maaş alındığının ilk haftasında baş hâfız-ı kütük yemek listesini değiştirir, bu kez ciğer dağıtılırdı. Kediler düzenli bir biçimde paylarını alırlar ve kütüphânenin uzun koridorlarında dağılırlardı. Ay sonlarına doğru eldeki maaş tükendiğinden mahalle bakkalından veresiye alınır ve maaş alınınca saniye gecikmeden ödenir ve yeni ayın hesabı açılırdı,” (Muzaffer Gökman).
Muzaffer Gökman Nûr İçinde Yatsın O Eski Kütüphâciler başlıklı yazısında (Yıllarboyu Tarih, Y. 5, C. 10, S. 5, sh. 45, Mayıs 1983) kedilerin paparasıyla kurumun emektarı bir hanımın meşgul olduğunu belirtirken, Kitaplar Arasında 44 Yıl‘da (sh. 125, 1977) bu işle “kimseyle konuşmayan” ve yaşına rağmen “kimseden yardım istemeyen” Hacı Ali Efendi’nin de meşgul olduğunu açıklamıştır:
” … Her sabah büyük bir titizlikle İmaret Kapısı’nın önüne iki bakır su kabı çıkarır, güvercin ve kedilerin su ihtiyacını karşılar, ardından da küçük tezgahını koyarak kundura tamir ederdi.”
” … Havaların soğumasıyla birlikte kedilerin hastalıkları da başlardı. Çoğu kez nezle olurlar, burunları devamlı akardı. Baş hâfız-ı kütüb İsmail saip Efendi, personelden birini Tıp Faültesi’nde ünlü bir profesöre reçete isterdi. Tıp hocasının tavsiyesi uyarınca sıcak suya damlatılan ilaç ve kediler bir sandık içine konurdu. Hoca merhûm elinde kocaman köstekli bir saat, saniyeleri bile atlamayarak bu tedavi yöntemini uygulardı,” (Muzaffer Gökman).
” … Kedi meraklısı olan İsmail Efendi’nin bizim zamanımızda 27 tane olan kedilerinin erzakını Rascher Bey dışarıdan toplar ve kedilere yedirirdi. Kedi yavruları, sohbet esnasında, bir şeyi takrîr ederken, Hoca’nın bir omzundan öbür omzuna inip çıkarlardı,” (Mahir İz).
” … Hoca yer minderine yerleşmiş kedileri hiçbir zaman rahatsız etmezdi. Kendisi bir mindere oturup da eline bir kitap alsa, birkaç kedi omuzlarına, birkaçı da kucağına, hatta başına tünerlerdi. Merhûm bunların rahatsız olmalarına hiçbir zaman rıza göstermez, saatlerce kıpırdamadan köşesinde otururdu,” (Ahmed Nezih Galitekin).
İsmail Saip Efendi sadece kedileri değil, bütün hayvanları seviyordu. Oskar Rascher İsmail Saip Efendi’nin hayvan sevgisini “her canlıyı küllî rûhun sanki bir sudûru sayan monist davranışlı bir sûfinin yaşam tarzı” olarak değerlendirirken, çarpıcı bir örnek de vermiştir:
” … Kütüphâne’de kurulmuş bir kapana tutulan fareleri hemen yine sokağa bırakırdı. Zamanla ölen kedileri için yakın akrabası ölmüş gibi kederlendiğine bizzat tanık olmuşumdur. Ayrıca, hastalığının son günlerinde, hafif bir besin diye tavuk suyu çorbası yaptırmasını söylediğpimde, kendisi yüzünden bir tavuğun canına kıyılmasını istemediğinden bunu reddetmişti.”
İsmail Saip’in kedileri için Urfa yağının en iyi cinsiyle yaptırdığı aştan kendisinin de yemesi en yakınlarına bile itici gelmiştir. Ancak, İsmail Saip Efendi mezheben Caferî, tarikaten Mevleviyye’ye müntesib olup meşreb itibariyle Melâmî – Hamzavî’ydi; Melâmîler hayvanlara verdikleri yemekten kendileri de yerlerdi.
Müjgân Cunbur 1 Kasım 2010 günü kaleme aldığı İsmail Saib Efendi’nin Hatırlattıkları isimli yazısında çok değerli bir bilgi vermektedir:
” … İsmail Saip Efendi merhuma İslâm tarihinin en çok hadis ravisi olan Ebu Hureyre Abdurrahman Sahr ed-Devsî’nin künyesine nisbetle Ebu Hureyre-i Sani denildiğini Necati Hüsnü Lugal’den duymuştum. Daha sonraları Abdurrahman Sahr ed-Devsî’ye, koyun otlatırken bulduğu bir kedi yavrusunu eteğine koyup oynadığı için Hazreti Peygamber tarafından kedicik babası anlamına gelen bu künyenin verildiğini öğrendim,” (Türk Edebiyatı, Y. 41, S. 481, Kasım 2013).
Muzaffer Gökman, İsmail Saip Efendi 1 Kasım 1939 günü emekliye ayrılınca, kütüphânedeki kedileri Cerrah Paşa’da oturan bir bayanın sahiplendiğini, Fâzıl Ayanoğlu ise bakımsız kalan kedilerin dağıldıklarını ve öldüklerini belirtmiştir. Bunlara karşın Müjgân Cunbur’un İsmail Saib Efendi’nin Hatırlattıkları isimli yazısındaki bilgiyi daha doğru buluyorum:
“Osman Reşer, İsmail Saip Efendi’nin vefatından sonra, kediciklerin bakımını da üstlenmiştir. Dr. Reşer daima yanında büyük bir çanta ile dolaşırdı. Çantanın bir bölümünde kitaplar, bir bölümünde de kedilere vereceği ciğer parçaları bulunurdu; kaç kere rastlamışımdır, yolda rast geldiği kedileri, hocasının ismini hep rahmetle anarak, durup çantasından çıkardığı ciğerle beslerdi,” ( Türk Edebiyatı, Y. 41, S. 481, Kasım 2013 ).
Muzaffer Gökman’ın 42 yıl boyunca Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nde görev yapan İsmail Saip’in yöneticiliği hakkındaki yorumu şöyledir:
“… İsmail Efendi bir idareci değildi. Modern çalışma sistemini de bilmezdi. O, her şeyi kafasında saklayan ve kendisiyle birlikte bildiklerini götüren bir şark âlimiydi,” (Kitaplar Arasında 44 Yıl, s. 129, 1977).
İsmail Saip’in dönemindeki Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nin zaman zaman eleştiri konusu olduğu bilinmektedir. Adnan Ötüken 1946 yılında yayımlanan Millî Kütüphâne Kurulurken isimli eserinin içindeki eski bir makalesinde “bu kütüphâne üzerinde oturulamayacak kadar yağlı ve pis koltuklarıyla ve elle tutulamayacak kadar iğrenç ve perişan fihristleriyle âzami derecede pistir” derken, dönemin bir gazetesinde de “Karanlık Kütüphâne” olarak tanımlanmıştır (Hürriyet gazetesi, 26 Aralık 1949). Muzaffer Gökman ise “kedi pisliğinden genizleri yakan kurum” ifadesini kullanacaktır (Kitaplar Arasında 44 Yıl, s. 125, 1977).
Keşf-el-zunûn’a Zeyl
İsmail Saip Efendi, Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nde çalıştığı dönemde, Kâtip Çelebi’nin Keşf-el-zunûn isimli eserine çok değerli bir zeyl meydana getirmiştir. Maârif Vekâleti’nce 1941 yılında yayımlanan Keşf-el-zunûn‘un bu zeyli hakkında Ord. Prof. Şerefeddin Yaltkaya şunu söylemiştir:
” İsmail Saip Efendi merhûmun, uzun müddet devam eden kütüphâne müdürlüğü esnasında, kütüphânede bulunan İstanbul basması bir Keşf-el-zunûn nüshasının kenarına eklediği kitap isimleri ve bunlar hakkında kaydettiği açıklamalar tebyiz ettirilerek ve kendisiyle mukabele edilerek mümâileyhin son hayat yılında meydana getirilmiş olan değerli bir zeyl elimizdedir ki, bu zeylin vücûde getirilmesine sevgili ve kıymetdâr Maârif Vekilimiz Bay Hasan Âli Yücel en büyük âmil ve müessir olmuşlardır.”
İsmail Saip Sencer’in zeylini inceleyen ve bu zeyli Keşf-el-zunûn ile kıyaslayan Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ise şunu yazmıştır:
” … Türk âlimi Kâtip Çelebi ile Hoca’nın kitabiyyat, terceme-i hâl, tarih ve edebiyat hususlarındaki vukufları mukayese edilince, on yedinci asrın yüksek âlimi İsmail Saip üstadın yanında mübalağasız olarak bir tilmiz olarak kalır,” ( Belleten, C. 4, S. 13, 1940 ).
Hastalığı ve Vefatı
İsmail Saip Sencer emekliye ayrıldıktan sonra İbnü’l Emîn Mahmud Kemal İnal ile birlikte önce İstanbul Kütüphâneleri Tasnif Komisyonu’na, ardından da İslâm Ansiklopedisi‘nin ilk müşavere heyetine üye olarak getirilmiştir.
” … Yevmiyelerimiz için yapılan ilk bordroda evvela onun ismi, sonra benim ismim yazılmış. Tevâzu’un, kadirşinaslığın ve edeb ve nezaketin derecesine bakınız, merhûm bundan o kadar mahçup olmuş, o kadar telaş etmişti ki, işleri tanzime memur olan Bay Selim Nüzhet, bordroyu değiştireceğini söylemiş. Bundan haberdar olunca, bordro değiştirilirse istifa edeceğimi anlatarak değişikliğe mani oldum,” ( İbnü’l Emîn Mahmud Kemal İnal ).
Bazı kaynaklarda, İslâm Ansiklopedisi‘nin müşavere heyetindeki görevlerine mahsus olarak İbnü’l Emîn Mahmud Kemal İnal’a bir ev, İsmail Saip Sencer’e ise Ragıp Paşa Kütüphânesi’nin medhalindeki mektebin küçük bir odasının tahsis edildiği yazılıdır. Oysa, İsmail Saip’e bir oda ve günde 5 lira yevmiye tahsisi Maârif Vekaleti’nin 6 Aralık 1939 günlü ve Kütüphaneler Müdürlüğü’nün 50 / 442 sayılı yazısıyla gerçekleşmiştir. Bunu Aziz Berker talep etmiş, Hasan Âli Yücel de onaylamıştır.
” … İsmail Saip’in ziyaretine gittim. Küçük bir taş odada yatağını serdirmiş, üstünde oturmuş, kendisine mesele soracakların gelmelerini bekliyordu. İki kırık iskemleden birine düşmemek için iğreti oturdum. Gördüğüm sefalet ve pislik canımı sıktı, söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâdil teessürümü tadile çalıştı,” ( İbnü’l Emîn Mahmud Kemal İnal ).
İsmail Saip Sencer, soğuk ve bütün lüksü iki kırık iskemleden ibaret olan o odada, yaşamı boyuınca teneffüs ettiği kitap kokusundan ve çok sevdiği kedilerden mahrum halde hastalanır.
” … İsmail Saip Efendi’yi son gördüğüm zaman yorgun bir durumdaydı. Sıhhatinden de şikayet etmişti. Ben ondan böyle bir şikayeti ilk defa işittiğim için endişelendim. O ise biraz düşünüp, artık her şeyden yorulduğunu söyledi,” (İsmail Hami Danişmend).
Hastalığı ilerleyince kardeşi Hasan Bey tarafından babadan kalma Koca Mustafa Caddesi üzerindeki 140 kapı numaralı evlerine götürülür.
” … kardeşinin evine götürüldüğü işittiğimde hemen gittim. Alt kattaki bir odada yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Zor nefes alıyordu. Gözlerini açsa dahi kimseyi tanıyamadığını söylediler,” (İbnü’l Emîn Mahmud Kemal İnal).
” … Kendisini son gördüğümde bilincini kaybetmişti; hastalığın etkileri, krizler ve son, bunların hepsi yirmi dört saati bile bulmayan bir zamana sığmıştı,” (Oskar Rascher).
Abdülbâki Gölpınarlı, 22 Mart 1940 gecesi saat 23.00 sularında ebediyete intikal eden İsmail Saip’in gözlerini kapatıp Yâsîn okur. Abdülbâki Gölpınarlı tarafından kaleme alınan ve ertesi günkü Cumhuriyet gazetesinde (23 Mart 1940) yayımlanan vefat ilanı şöyledir:
” Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi sâbık Müdîri ve eski Dâr’ül-fünûn müderrislerinden ders-i âm fâzıl ve allâme-i yegâne İsmail Saip Efendi, dün akşam Hakk’a yürümüştür. Bugün ikindi namazında cenaze namazı Bâyezîd Camii’nde kılındıktan sonra sadef-i mübârekleri Merkez Efendi hazîresine defnedilecektir. Hak, ehl-i Beyt’e mülhak eyliye.”
Cenaze hayli kalabalık bir cemaatin katılımıyla eller üzerinde Bâyezîd Camii’nden Merkez Efendi Mezarlığı’na götürülerek babası Mehned Şevkî Bey’in ve Emine Hanım’ın yanlarında toprağa verilmiştir.
İsmail Saip Sencer’in mezarında sadece baş taşı vardır. Huzûr Dersleri’ne katıldığının alâmeti olarak bu taş sırma şeritli ve sarıklı yapılmıştır. Taşın ön yüzüne büyük harflerle işlenen Türkçe kitâbe, taş ustasının satırları ayarlayamaması nedeniyle yazım hatalıdır.
Taşın arka yüzündeyse Mehmed Sâlih’in İsmail Saip Sencer’in vefatına düşürdüğü tarih Nesih yazıyla işlenmiştir. Cehalet ve acemilikle düşülen bu tarih İsmail Saip Sencer’in önem ve değerine yakışmamaktadır. Çünkü, son dizenin başındaki “göçdi” ve sonundaki “âh” sözcükleri vefata düşülen tarihe alınmadığı gibi, alınmadığı da kaydedilmemiştir. Ayrıca, “fahr” sözcüğünün değeri hatalı hesaplanmıştır.
İsmail Saip Sencer’in vefatına düşülen diğer tarihler için Ahmed Güner Sayar’ın İsmail Saip Efendi’nin Vefatına Düşürülen Tarihler başlıklı makalesine bakılmalıdır (Simurg / Kitap Kokusu, S. 2 / 3, 2000).
Kütüphânesinin Âkıbeti
İsmail Saip 42 yıl Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nde çalışmasına ve Rızâ Paşa ile Hâlis Efendi’nin tahminen on bin cildi bulan kütüphânelerindeki eserleri teker teker elden geçirmiş olmasına karşın, kendisi de, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nce 1944 yılında 101 sandık içinde mirasçılarından satın alınan kitaplarının adedine nazaran, 21.670 ciltlik bir kütüphâneye sahipti. Ord. Prof. Ahmed Süheyl Ünver, İsmail Saip’in kendisi için satın aldığı kitapları Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi’nde değil de, han odalarında muhafaza ettiğini ve bu odalara kira ödediğini belirtmiştir. Emekliye ayrıldıktan sonra kitapları için taş veya tuğladan ve yangına karşı korunaklı bir bina yaptırmayı hayal eden İsmail Saip, maalesef bu hayalini gerçekleştiremeden vefat etmiştir.
İsmail Saip’in Kütüphânesi mirasçıları tarafından Maârif Vekilliği’nin tensip ve onaylarıyla Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne 101 sandık içinde satıldıktan sonra, yazma eserler fakülte binasının birinci bodrum katındaki büyük bir odanın ortasında büyüklü küçüklü yedi yığın halinde, basma eserlerse yine üst üste atılmış olarak kapısı açık karanlık bir odada 1944 yılının Mayıs ayından Müjgân Cunbur’un onları tasnif görevine başladığı 31 Ekim 1952 gününe kadar sadece farelere kalırlarlar.
Müjgân Hanım önce İsmail Saip Sencer’in mirasçıların satın alınan kitaplardan yazma olanlarını tasnif eder.
” … Kitapların karıştırılıp yığılması nedenini hizmetli Osman Efendi’den öğrendim. Meğer kütüphâne müdürünün değişmesi sırasında eski müdür yeni müdüre bu kitapları kiloyla tartarak teslim etmiş.
Kitapları ayırıp sıralarken yığınların arasından İsmail Saip Efendi’nin yazma eser koleksiyonunun listeleri de çıktı.
Üç ay sonra koleksiyonun ayrımını bitirip raflarına dizdim. Arada 384 yazma eksikti. Eksiklerin büyük bir kısmının fakülten birkaç öğretim üyesinde olduğu öğrenildi. Zamanla bunların bir kısmı geri alınıp yerlerine kondu. Eksik yazma sayısı 81’e düştü,” (Müjgân Cunbur).
Müjgân Hanım’ın İsmail Saip Sencer’in mirasçıların satın alınan kitaplardan basma olanlarını tasnifi ise emeklil olmasından ( 1987 ) sonra ve Prof. Dr. Rüçhan Arık’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin dekanlığını yaptığı dönemde ( 14 Şubat 1986 – 14 Şubat 1995 ) gerçekleşmiştir.
” … Karanlık odadaki İsmail Saip Efendi’nin basma kitaplarına biraz da farelerden çekindiğimden dokunamamıştım. Ancak emekli olduktan sonra, Prof. Dr. Rüçhan Arık’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dekanlığı, Doç. Dr. Kenan Gürsoy’un dekan yardımcılığı sırasında istekleri üzerine, içimde dağ-ı derun olarak kalan bu koleksiyonu ayırmam mümkün oldu. Kitaplar fakülte bahçesine inşa edilen yeni kütüphâne binasının ilk katına taşınmıştı. Ancak bu sefer de başka basma eser koleksiyonları ve bu arada Dr. Reşer’den satın alınan kitaplarla karışmıştı. Bir yıl kadar haftada bir gün çalışarak bu karışıklığı gidermem mümkün oldu. İsmail Saip Efendi’nin basmaları arasından 24 yazma eser daha çıktı. Onları da esas kısma eklediler,” ( Müjgân Cunbur ).